Beyin çevirme !
Bireysel yada topluca yapılan ve çeşitli isimler verilen tasavvufun ritüelleri İslam i açıdan değerlendirildiğinde; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât, Kurban, çeşitli nafileler ve cihad olarak karşımıza çıkar. Tasavvufta ise ibadet olarak; her tarikata göre farklı çileler, seyr-u süluk şekilleri vardır. Hatm-i Hacegân, rabıta, teveccüh, müzik, sema, raks, zikir ve devran gibi ayinler vardır. Bazı tarikatlarda, aynı zamanda İslam'daki ibadetlere de yer verilmiş olması, yüzyıllar önce, tasavvufu İslâm muhitlerinde yaygınlaştırmaya yönelik birçeşit propaganda ile başlamış ve zamanla geleneğe dönüşerek yerleşmiş olmasının bir sonucudur. Ayrıca, Sema, devran, raks, musiki ile zikir, vecd gibi ibadet görünümlü ritüel yada ayinlerin İslam'i izler taşıması, bunların bir harman olmasından ileri gelmektedir. Hatmenin Melikşah'a suikast düzenleme planlarının bir perdeleyicisi, rabıtanın yogadan dönüşmüş olduğu gerçeği, Tespih ve toplu zikir ayinlerinin bir Budist geleneği olduğu gerçeği her zaman saklanır. Çeşitli inanç ve din tahriflerinin kalıntıları, gayri İslam'i ne varsa tasavvuf tarafından benimsenmiştir. Alabildiğine özgür, göze kulağa ve nefse hoş gelmesinin çekiciliği bu karma karışıklıkta aranmalıdır.
Sema; Halk içinde Semah adıyla kavramlaşmıştır; fakat buna “Sema” da denilir ve Allah’ın “Semi” isminin türevidir, “duyan, işiten” manasına gelir. diyerek İslami izler karıştırılır. Kur’anda “O, duyan,(Semi) ve bilen (Âlim)’ dır.” Başka bir ayette ise, “duyan (Semi) ve gören (Basar)’dır.” Buyurur. Semah, Allah’a dönüştür. Fecr Suresi 27–30 ayetleri içinde: “Ey sükûna kavuşmuş benlik, dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak. Katıl kullarımın arasına, gir cennetime.” Buyurur. Semah, “Dön!!!” sesini duyan kulun o aşk ve vecd haliyle Rabbine dönüşünü temsil eder. Bu dönüş bütün evrende ve her zerrede mevcuttur. Yasin Suresi 40. ayette: “Ne güneşin aya yetişip çatması mümkün olur ne de gece gündüzü geçer. Hepsi (güneş, ay ve yıldızlar ayrı ayrı) bir felekte dönerler. Devirlerini tamamlarlar.” Buyrulmuştur. diyerek Kur-an dan delil de getirmeye çalışırlar.
Devran /Deveran ; “bir dinî motivasyon sonucu sûfinin çok defa gayrı ihtiyarî olarak yerinden fırlayıp, dönmeğe başlamasına” denir. İradeli olarak yapılan devrân, özellikle ilk sûfiler tarafından pek hoş karşılanmamışsa da daha sonra tarikat mensupları arasında usûlüne uygun ve samimi olarak uygulanması şartiyle bir sakınca görülmemiştir.Toplu olarak gerçekleştirilen devrânda dervişler bir halka oluşturarak dönerler, Mevlevî semâında bu, belli bir zeminde, belli bir düzen içinde ve daireler üzerinde dönülerek gerçekleşir. Bireysel yada toplu yapılan vecd haline zikir de denir. Çoğu tarikatlarda buna cezbeye gelmek gibi uyduruk isimler takılır.
Musıki: Birtakım duygu ve düşünceleri belli kurallar çerçevesinde uyumlu seslerle, beğenilen, duyguları okşayan, zevk veren. anlatma sanatı. Raks ise müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan düzenli vücut hareketleri yada Kişinin, tinsel durumunu birtakım gövdesel devinimlerle açığa vurmasıdır.
İyi güzelde! Size böyle bir ritüel, ayin yada ibadet etmeyi kim emretti ? sorusu daima havada kalacaktır
Raks ve devranın helal veya haram olduğu tartışmaları üzerine delil getirenler birçok ayet ve hadislerden örnekler verirler. Bunlar içinde en çok anılan, peygamberin hayatından aksettirilen bir olaydır: Peygamber ve Hz. Ayşe, evlerinin yanında, raks eden ve def çalan bir grup Habeşli"yi, birlikte izlediler, Hz. Ayşe başını Peygamberin göğsüne yaslayarak dinledi. Bize aktarılan hadise göre olay şöyledir: Ebu Bekir onların yanına gelir, bu görüntüyü tasvip etmediği için, tam Habeşli gruba raksı ve müziği kesin diyeceği sırada, Peygamber: “Her halkın bir bayramı vardır, bu da bizimki” diyerek onu durdurur. Peygamberin sadece müziği ve raksı hoş görmekle kalmayıp, aynı zamanda Ebu Bekir"in, icracıların faliyetine son vermesini önlemesi bu tür davranışları tasvip ettiğini ima etmektedir.
Bir çok tahrif te olduğu gibi bu konuda da müzik ve dansın (raksın) meşruluğuna dair kanıtlar aramak yerine, örneğin Mevleviler İslam'a uygunluğu görüşünü büyük mutasavvıflar için “onlar yaptıysa doğru olmalı” temeline dayandırmaktadır. Oysa İslam tarihçileri, peygamber ve arkadaşlarının, Kur-an ı Kerim ise, insanlık tarihinde böyle bir yöntemle sorumluluklarını yerine getiren hiç bir fert ve topluluktan bahsetmemiştir.
Hacıların Mekke'de tavafları, dönme ve hareket etme özelliği ile birer devrân sayılır tezleri ve şüphesiz hacıların orada tavaflarından amaçları oyun ve eğlence değildir, dolayısiyle sûfilerin yaptıkları devrân da, amaç değildir, bir araçtır tezleri tamamen uyduruma bir tezdir ve elma ile armut kıyasından başka birşey değildir. Kıyas yaptıkları durumda gözden kaçırdıkları şey , hacıların kabe etrafında dönmelerinin Allah'ın bir emri olmasına rağmen, mevlevi sufilerin yada diğer devran, sema yapanların, kendi uydurdukları bu yöntem ile kendi etrafında dönmeleri arasındaki alakasızlıktır.Kur-an okunması, dua edilmesi gibi İslami izler taşıması kandırmaca ve göz boyamadır.
Zühd, takva, çile diye kendilerini yokluğa mahkum hale getirmeleri ya da kendilerini böyle lanse etmeleri de kendi heva ve heveslerinden uydurdukları bir yöntemdir. Peygamber ve arkadaşlarının yoksulluğu, dünyadan el etek çektikleri nedenine asla dayanmıyordu. Hepsi de Peygamberin himayesinde son derece dünyasal bir hayat geçiriyorlardı. Bazen de onun emriyle görevler alıyorlardı. Yoksullukları, onları mistik bir yaşam içine asla itmemiştir. Yani Ashab-ı suffa’dan hiç biri, tasavvufçular gibi asla raksetmemiş, (semâ, hatm-i hâcegân, rabıta ve devran gibi) ayinler yapmamış, tespih çekmemiş, hu çekmemiş, mürit olmamış, mürit edinmemiştir daha doğrusu bunların hiç biri onların zamanında yoktu. Şuna kesin olarak inanmak gerekir ki eğer o çağda biri çıkıp bu ayin ve sembollerden birini yapma cesaretini göstermiş olsaydı mutlak surette mürted olarak ölüm cezasına çarptırılırdı! Çünkü bunların hepsi de başka dinlerden alınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve Ondan sonra devlet başkanlığı makamına gelmiş olan halifelerin, İslâm düzen ve anlayışını tehdit eden bu tür tehlikeli davranışlara göz yummaları asla mümkün değildi.
İslam, uygulamada formel ibadeti şart koşar. Tasavvufta ise; ibadet sınırsız sevgidir, değişkendir, zamana şartlara mekana göre adet, töre ve geleneklere uyarlanablir. Hatta, Kişi böyle bir sevgi üstünlüğünü elde ettiği zaman onun artık ibadet etmesi gerekmez; hatta abestir ve anlamsızdır. (Örneğin; Ruhul-Furkan; 63). Oysa İslam, insan için bir olgunlaşma planı sunar. Bunlar: iman, bilgi, uygulama ve içselleştirilmiş sorumluluk bilincidir. Yeryüzünde Adalet ve Hukuk tesisi için mücadele için bu olgunluk şarttır. Tasavvuf ise; Olgunlaşmayı sadece sınırsız sevgi ve özveri de görür. Tasavvufta olgunlaşma derdi güden bir muridin dalda ki bir armut tan farkı yoktur. Bu felsefeden hareketle tarikatlar seyr-ü süluk, vahdet i vücud, hulul, fenafillah adı altında mensuplarını, İslâm'ın formel ibadet biçimlerinden farklı şekilde eğitirler. Onları dalda olgunlaşmaya bırakırlar. Bu nedenle Bu ağacın hiç bir meyvesi sosyal hayatın sorunlarına dair çözümler üretmez. Zulüm, baskı, şiddet üreten düşmanlara savaş açılmaz.
İslam, ibadeti belli formüllere bağlamış ve onu imanın görünürdeki kanıtı olarak kabul etmiştir. Bu formüller Tevkifilik sistemiyle tespit edilmiştir. Ana formları değiştirilemez, onlardan bir şey eksiltilemez, onlara bir şey ilave edilemez. Tasavvufta ise böyle bir amaç yoktur. Buna rağmen kişi eğer ibadet ediyorsa hürdür, ancak bu, onun fenâ mertebesine henüz ulaşmadığının kesin kanıtıdır. Dolayısıyla cahildir. Bazı tarikatlar tasavvufun bu görüşünü spekülatif yorumlarla önemli derecede yumuşatmışlardır. Tasavvufun esasen en büyük amacı ibadetullah değil, marifetullah'tır. Çünkü fenâfillah mertebesine ulaştığı zaman kişi, kendisinin bizzat Allah olduğunun farkına varacak ve kendine tapmanın saçma olduğunu ozaman anlayacaktır. Sır saklayan tarikatlarca yüzyıllardır tasavvufun titizlikle gizlenen en önemli yanı budur.
Sema; Halk içinde Semah adıyla kavramlaşmıştır; fakat buna “Sema” da denilir ve Allah’ın “Semi” isminin türevidir, “duyan, işiten” manasına gelir. diyerek İslami izler karıştırılır. Kur’anda “O, duyan,(Semi) ve bilen (Âlim)’ dır.” Başka bir ayette ise, “duyan (Semi) ve gören (Basar)’dır.” Buyurur. Semah, Allah’a dönüştür. Fecr Suresi 27–30 ayetleri içinde: “Ey sükûna kavuşmuş benlik, dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak. Katıl kullarımın arasına, gir cennetime.” Buyurur. Semah, “Dön!!!” sesini duyan kulun o aşk ve vecd haliyle Rabbine dönüşünü temsil eder. Bu dönüş bütün evrende ve her zerrede mevcuttur. Yasin Suresi 40. ayette: “Ne güneşin aya yetişip çatması mümkün olur ne de gece gündüzü geçer. Hepsi (güneş, ay ve yıldızlar ayrı ayrı) bir felekte dönerler. Devirlerini tamamlarlar.” Buyrulmuştur. diyerek Kur-an dan delil de getirmeye çalışırlar.
Devran /Deveran ; “bir dinî motivasyon sonucu sûfinin çok defa gayrı ihtiyarî olarak yerinden fırlayıp, dönmeğe başlamasına” denir. İradeli olarak yapılan devrân, özellikle ilk sûfiler tarafından pek hoş karşılanmamışsa da daha sonra tarikat mensupları arasında usûlüne uygun ve samimi olarak uygulanması şartiyle bir sakınca görülmemiştir.Toplu olarak gerçekleştirilen devrânda dervişler bir halka oluşturarak dönerler, Mevlevî semâında bu, belli bir zeminde, belli bir düzen içinde ve daireler üzerinde dönülerek gerçekleşir. Bireysel yada toplu yapılan vecd haline zikir de denir. Çoğu tarikatlarda buna cezbeye gelmek gibi uyduruk isimler takılır.
Musıki: Birtakım duygu ve düşünceleri belli kurallar çerçevesinde uyumlu seslerle, beğenilen, duyguları okşayan, zevk veren. anlatma sanatı. Raks ise müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan düzenli vücut hareketleri yada Kişinin, tinsel durumunu birtakım gövdesel devinimlerle açığa vurmasıdır.
İyi güzelde! Size böyle bir ritüel, ayin yada ibadet etmeyi kim emretti ? sorusu daima havada kalacaktır
Raks ve devranın helal veya haram olduğu tartışmaları üzerine delil getirenler birçok ayet ve hadislerden örnekler verirler. Bunlar içinde en çok anılan, peygamberin hayatından aksettirilen bir olaydır: Peygamber ve Hz. Ayşe, evlerinin yanında, raks eden ve def çalan bir grup Habeşli"yi, birlikte izlediler, Hz. Ayşe başını Peygamberin göğsüne yaslayarak dinledi. Bize aktarılan hadise göre olay şöyledir: Ebu Bekir onların yanına gelir, bu görüntüyü tasvip etmediği için, tam Habeşli gruba raksı ve müziği kesin diyeceği sırada, Peygamber: “Her halkın bir bayramı vardır, bu da bizimki” diyerek onu durdurur. Peygamberin sadece müziği ve raksı hoş görmekle kalmayıp, aynı zamanda Ebu Bekir"in, icracıların faliyetine son vermesini önlemesi bu tür davranışları tasvip ettiğini ima etmektedir.
Bir çok tahrif te olduğu gibi bu konuda da müzik ve dansın (raksın) meşruluğuna dair kanıtlar aramak yerine, örneğin Mevleviler İslam'a uygunluğu görüşünü büyük mutasavvıflar için “onlar yaptıysa doğru olmalı” temeline dayandırmaktadır. Oysa İslam tarihçileri, peygamber ve arkadaşlarının, Kur-an ı Kerim ise, insanlık tarihinde böyle bir yöntemle sorumluluklarını yerine getiren hiç bir fert ve topluluktan bahsetmemiştir.
Hacıların Mekke'de tavafları, dönme ve hareket etme özelliği ile birer devrân sayılır tezleri ve şüphesiz hacıların orada tavaflarından amaçları oyun ve eğlence değildir, dolayısiyle sûfilerin yaptıkları devrân da, amaç değildir, bir araçtır tezleri tamamen uyduruma bir tezdir ve elma ile armut kıyasından başka birşey değildir. Kıyas yaptıkları durumda gözden kaçırdıkları şey , hacıların kabe etrafında dönmelerinin Allah'ın bir emri olmasına rağmen, mevlevi sufilerin yada diğer devran, sema yapanların, kendi uydurdukları bu yöntem ile kendi etrafında dönmeleri arasındaki alakasızlıktır.Kur-an okunması, dua edilmesi gibi İslami izler taşıması kandırmaca ve göz boyamadır.
Zühd, takva, çile diye kendilerini yokluğa mahkum hale getirmeleri ya da kendilerini böyle lanse etmeleri de kendi heva ve heveslerinden uydurdukları bir yöntemdir. Peygamber ve arkadaşlarının yoksulluğu, dünyadan el etek çektikleri nedenine asla dayanmıyordu. Hepsi de Peygamberin himayesinde son derece dünyasal bir hayat geçiriyorlardı. Bazen de onun emriyle görevler alıyorlardı. Yoksullukları, onları mistik bir yaşam içine asla itmemiştir. Yani Ashab-ı suffa’dan hiç biri, tasavvufçular gibi asla raksetmemiş, (semâ, hatm-i hâcegân, rabıta ve devran gibi) ayinler yapmamış, tespih çekmemiş, hu çekmemiş, mürit olmamış, mürit edinmemiştir daha doğrusu bunların hiç biri onların zamanında yoktu. Şuna kesin olarak inanmak gerekir ki eğer o çağda biri çıkıp bu ayin ve sembollerden birini yapma cesaretini göstermiş olsaydı mutlak surette mürted olarak ölüm cezasına çarptırılırdı! Çünkü bunların hepsi de başka dinlerden alınmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ve Ondan sonra devlet başkanlığı makamına gelmiş olan halifelerin, İslâm düzen ve anlayışını tehdit eden bu tür tehlikeli davranışlara göz yummaları asla mümkün değildi.
İslam, uygulamada formel ibadeti şart koşar. Tasavvufta ise; ibadet sınırsız sevgidir, değişkendir, zamana şartlara mekana göre adet, töre ve geleneklere uyarlanablir. Hatta, Kişi böyle bir sevgi üstünlüğünü elde ettiği zaman onun artık ibadet etmesi gerekmez; hatta abestir ve anlamsızdır. (Örneğin; Ruhul-Furkan; 63). Oysa İslam, insan için bir olgunlaşma planı sunar. Bunlar: iman, bilgi, uygulama ve içselleştirilmiş sorumluluk bilincidir. Yeryüzünde Adalet ve Hukuk tesisi için mücadele için bu olgunluk şarttır. Tasavvuf ise; Olgunlaşmayı sadece sınırsız sevgi ve özveri de görür. Tasavvufta olgunlaşma derdi güden bir muridin dalda ki bir armut tan farkı yoktur. Bu felsefeden hareketle tarikatlar seyr-ü süluk, vahdet i vücud, hulul, fenafillah adı altında mensuplarını, İslâm'ın formel ibadet biçimlerinden farklı şekilde eğitirler. Onları dalda olgunlaşmaya bırakırlar. Bu nedenle Bu ağacın hiç bir meyvesi sosyal hayatın sorunlarına dair çözümler üretmez. Zulüm, baskı, şiddet üreten düşmanlara savaş açılmaz.
İslam, ibadeti belli formüllere bağlamış ve onu imanın görünürdeki kanıtı olarak kabul etmiştir. Bu formüller Tevkifilik sistemiyle tespit edilmiştir. Ana formları değiştirilemez, onlardan bir şey eksiltilemez, onlara bir şey ilave edilemez. Tasavvufta ise böyle bir amaç yoktur. Buna rağmen kişi eğer ibadet ediyorsa hürdür, ancak bu, onun fenâ mertebesine henüz ulaşmadığının kesin kanıtıdır. Dolayısıyla cahildir. Bazı tarikatlar tasavvufun bu görüşünü spekülatif yorumlarla önemli derecede yumuşatmışlardır. Tasavvufun esasen en büyük amacı ibadetullah değil, marifetullah'tır. Çünkü fenâfillah mertebesine ulaştığı zaman kişi, kendisinin bizzat Allah olduğunun farkına varacak ve kendine tapmanın saçma olduğunu ozaman anlayacaktır. Sır saklayan tarikatlarca yüzyıllardır tasavvufun titizlikle gizlenen en önemli yanı budur.