Dinler Tarihi Antik Yunan ve Roma
Dinler Tarihi Antik Yunan ve Roma:
Tarihsel Süreç
|
|
·
BAŞLANGIÇ: MÖ.8000 - 2000 Roma İmparatorluğu'ndan önceki dönemler Antik Yunan tarihi olarak
değerlendirilir. Yunanistan’da en eski çağlara ait ilk kanıtlar, Orta Taş
Çağı olarak bilinen Mezolitik Çağ içerisinde, M.Ö. 7250 yıllarına ait Argolid
Bölgesi’ndeki Franchthi Mağarası’nda bulunmuştur. M.Ö. 7000 – M.Ö. 3000 yılları yani Neolitik Çağ ( Cilalı Taş Devri
) içerisinde Yunanistan’da
hareketlenmeler gözlenmiştir. M.Ö 2000 lerde büyük uygarlık izlerine Minoslar
ile rastlanır. Minosların yıkılışından sonra bazı tarihçiler MÖ 1500 lerde
başlayıp M.Ö 1150 yılında yıkılan, Yunanca konuşan Miken uygarlığını da Yunan
tarihi içerisinde değerlendirirler. Buna rağmen birçoğu ise Miken uygarlığını
etkilemiş olan Girit Uygarlığı'nın daha sonraki Yunan kültürlerinden çok
farklı olduğunu öne sürerek sınıflandırmayı ayrı yaparlar.
·
MİKEN ve MİNOS UYGARLIĞI: MÖ 3000- 1200
M.Ö. 3000 ortalarından M.Ö. 1200 yıllarına kadar Girit’te bir uygarlık bulunuyordu. Girit Uygarlığı ya da Minos Uygarlığı, Tunç Çağı'nda Yunanistan'a bağlı olan, Ege Denizi içindeki Girit Adası'nda, MÖ yaklaşık 3.500'lerde doğmuş bir uygarlıktır. Minos Uygarlığı, MÖ 2700 ile MÖ 1450 yılları arasında en parlak dönemlerini yaşadı ve yavaş yavaş eski gücünü yitirmesinin ardından Girit üzerinde Miken kültürü baskınlaşmaya başladı. Bu kültür M.Ö. II. binde özellikle Ege Bölgesi ve Boğazlar yoluyla Karadeniz’le, Balkanlar yoluyla Avrupa’yla, Anadolu yoluyla da Ön Asya ile ilişkideydi. Girit’in diğer kültürlerle ilişkisi ticari amaçlıydı. Girit’te M.Ö. 1400’lerden itibaren dışarıdan gelen istilalar sonucu bir gerileme görüldü. Akaların Girit’i istilası 300 yıl sürdü daha sonra Dorların göçleri başladı. Giritteki kültürün sona ermeye başladığı M.Ö 1500’lerde Peleponnes kıyısında Argos’ta Miken kültürü ortaya çıktı. Miken’de şehir devletleri tarafından idare edilen savaşçı bir toplum yaşıyordu. Miken kültürü Girit’tekilerden farklıdır ama bu kültürün etkilerini taşır. Önce Girit sonra Miken kültürleri yayılarak önem kazanıyordu ama Yunan Tarihi ile bu kültürler arasında neredeyse hiç bağlantı yoktur. M.Ö. 13.yy’dan 8.yy’a kadar geçen dönemde Girit ve Miken izleri yok oldu. Dorlar kuzeyden güneye ilerleyip her şeyi kendi egemenlikleri altına alarak Aka ve Miken sülalelerinin izlerini yok ettiler. Akalar ve İyonlar Ege Denizi’ni geçerek Anadolu kıyılarına kaçtılar ve burada kıyı boyunca yerleşerek yeni İyon kentleri kurdular. Mikenlerin deniz üzerinden Kıbrıs ile Güney Anadolu’dan Doğu Akdeniz kıyılarına kadar ulaştıkları buralarda ortaya çıkan Miken buluntularıyla belgelenmiştir. |
|
·
YUNAN ORTA ÇAĞI: MÖ 1000- 700
M.Ö. 1000 ile 700 arası Yunan Ortaçağı’dır. Bu dönemde Dorlar
Yunanistan’da Aka Uygarlığının yıkıntıları üzerine şehir devletleri kurdular.
Eski kabile teşkilatının yerini çok daha gelişmiş siyasal ve sosyal teşkilata
sahip şehir devletleri aldı. Yine bu dönemde halk sınıflara ayrıldı,
aristokrasi ortaya çıktı ve şehir devletlerini idare eden krallar
aristokratlar tarafından devrildiler (2). Yunan Ortaçağı’nın sonlarına doğru
Akdeniz ve Karadeniz etrafında tarımsal ve ekonomik ihtiyaçları karşılamak
için koloniler kuruldu. Daha önceden Girit,Ege Adaları,Batı ve Güneybatı
Anadolu kıyıları Yunanlılar tarafından işgal edildiğinden kolonileri daha
uzak ülkelere kurdular. Yunanlılar ilk zamanlarda ırklarını korumaya
çalıştılar daha sonraki yıllarda yerlilerle ilişkileri artınca onlarla
karıştılar. Koloniler sayesinde Yunan ticareti geniş bir alana yayıldı ve
sanayi gelişti.
·
YUNAN ARKAİK ÇAĞI M.Ö 1100-700 Yunan Ortaçağı’ndan
sonra M.Ö. 7. ve 6.yüzyıllar Arkaik Çağ diye adlandırılır. Bu çağda
Yunanistan’da en önemli şehir Atina’dır. Attika halkı sosyal ve ekonomik
yönden üç gruba ayrılır. Büyük çiftlik sahipleri, tüccarlar ve sanayiciler ve
küçük toprak sahibi köylüler. Gittikçe köylü toprakları elden çıktı ve Attika
birkaç zenginin eline geçti. M.Ö. 594-593 yıllarında hükümetin başına geçen
Solon’un sosyal, siyasal ve ekonomik reformları ihtiyaçları karşılıyordu. Bu
dönemde oluşturulan devlet teşkilatı Atina’da yüzyıllarca yaşadı. Solon’dan
sonraki yıllarda Peisistratos’un tiranlığı Atina’nın en parlak çağlarından
biriydi. Peisistratos aristokrat sınıfı zayıflatıp, köylüyü korudu. Döneminde
ticaret gelişti. Atina Solon’un reformları ve Peisistratos’un iç ve dış
siyaseti sayesinde büyük gelişme gösterdi. Arkaik dönemde ünü doğuya yayılan
diğer güçlü şehir olan Sparta 6. yüzyılın son yarısında Peleponnes birliğini
kurdu. Bu birlik gerektiği zaman toplanırdı. Her şehir devleti bir oya
sahipti. Sparta’da askeri güç ve polis teşkilatına dayanan bir baskı
politikası uygulanıyordu.
·
Antik Yunan’dan Romaya (MÖ 600–37)
Yunan Tarihinin Klasik
Çağı olan 5.yüzyılda İran yaylasından Anadolu’da Kızılırmak’a kadar uzanan
Pers Krallığı’nın İyonya’ya saldırıları görülüyordu. Lidya Kralı Kroisos ile
yaptıkları savaşta kralı esir alıp Lidya Krallığı’nı yıktılar. Lidya
Anadolu’nun Batı kıyılarındaki Yunan şehirleri ile birlikte Pers Devletine
katıldı. Perslerin idare merkezleri Sardes ve Daskileion’du ve İyonya
şehirleri de bu satraplıklara bağlandı. Perslerin İyonya’yı işgaliyle
İyonya’da başta Miletos olmak üzere ayaklanma baş gösterdi. İyonyalılar
Sardes’e kadar yürüyüp daha sonra Efesos’a kadar çekildiler. Atina İyonya’ya
yardım gönderdi. İyonya ihtilaline sonraları Kayra,Likya ve Kıbrıs şehirleri
de katıldı ve isyan hareketi yayıldı. “Persler ayaklanmayı bastırdıktan sonra
M.Ö. 493’te Kios, Lesbos ve Tenedos adalarını ellerine geçirdiler. Pek çok
kenti daha işgal ederek isyana katılan kentleri tahrip ettiler. Ayaklanmaya
katılmayan Efesos ve Symria gibi kentler dışında yıkım ve cezadan yalnızca
Kyzikos kurtuldu”
Darius 490 yılında
İyonya ihtilaline 20 gemilik bir kuvvet gönderen Atina ile 5 gemi gönderen
Eretria’yı cezalandırmak için Pers donanmasını önce İyonya’ya oradan da
adalara sefere gönderdi. Eretria ele geçtikten sonra Attika bölgesinin doğu
kıyılarında Marathon Ovası’na çıkartma yapıldı. Buradaki savaşı Atinalılar
kazandı
Marathon savaşını
Atinalıların kazanması Darius’u kızdırdı ve Yunanistan’a savaş açma kararı
aldı. Darius’un ölümünü izleyen yılda 483’te Kserkes’in ordusu Yunanistan’a
sefere çıktı. Orduda Hintliler, Doğulu Habeşler, Araplar, Lidyalılar,
Bitinyalılar bulunuyordu. 1207 parçalık donanmada pek çok ulusun yardımıyla
oluşturuldu
Pers kara ordusu Trakya
ve Makedonya üzerinden Kuzey Yunanistan Teselya’ya ve oradan Thermophia
geçidine hiçbir direnişle karşılaşmadan vardı. Donanma denizden orduya eşlik
ediyordu. Yunan donanması Persleri Artemision Burnu’nda yendi. Pers ordusu
karada savunmayı püskürtünce Yunan gemileri Attika bölgesini korumak için
güneye çekildiler. Persler Atina’ya girip Akropol’ü ele geçirdi ve kenti
yakıp yıktılar. M.Ö. 480’de Yunan donanması bozguna uğratılınca Kserkes
Atina’yı terk etti. Ertesi yıl Atina tekrar yıkıma uğradı fakat Plataia
ovasındaki savaşı Yunanlılar kazandı. Bu zaferden sonra Persleri Anadolu
içlerine sürerek Ege denizinden çıkartmaya çalıştılar. Daha sonraki yıllarda
Atina Pers tehlikesine karşı Attika-Delos Deniz Birliği adlı siyasal bir
birlik kuruldu. M.Ö. 431-404 yılları arasında Yunanlıları iki büyük cepheye
bölen Peleponnes savaşı Atinalılar ve Spartalılar arasında oldu. “413’te
Sicilya seferi Atina için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. 407 yılında
Perslerle Spartalıların işbirliğinden dolayı Atinalı komutan Alkibiades 100
gemilik donanmayla Efesos limanına geçti. Gemiler burada bozguna uğratılıp
komutan Persler tarafından öldürüldü
Peleponnes savaşından
sonra M.Ö. 4.yüzyılda Persler Spartalılara yardımları karşılığında Anadolu
kıyılarını egemenlikleri altına aldılar. Anadolu şehirleri Perslerin öç
almasından korkarak Sparta’dan yardım istediler. Spartalılar bir ordu
göndererek Perslere savaş ilan ettiler. M.Ö. 400’de savaşın sonunda
Anadolu’daki Yunan şehirleri Perslere bırakıldı.
M.Ö. 4.yy kuzeyde bulunan
Makedonyalılar Yunanlıları Perslere karşı savaşa davet ettiler. Makedonya
kralı Filip’in bu teklifiyle savaş açıldı ama 330’daki ölümü üzerine oğlu
İskender onun projesini gerçekleştirdi. Hellenistik Devir olarak adlandırılan
bu dönemde İskender Trakya’ya,Asya’ya ve Hindistan’a seferler düzenledi ve
Anadolu, Doğu Akdeniz, Doğu İran ve Orta Asya ülkelerini zaptetti. Fethettiği
ülkelerde kurduğu şehirler Yunan kültürünü etrafa yayan merkezler oldu. M.Ö.
323’te ölümünden sonra İskender’in devleti krallıklara bölündü. M.Ö. 275’te
Batı Yunanlılar Romalıların egemenliğine geçti. M.Ö 279’da Kelt akınlarına
karşın Orta Yunan şehir devletleri birleşti ve Keltlere karşı zafer kazandı.
M.Ö. 3.yüzyıl sonlarında ve 2.yüzyılda Romalılar ile Makedonyalılar
arasındaki savaşlardan sonra Romalılar Makedonya, Yunanistan ve diğer
Helenistik şehirleri egemenlikleri altına aldılar.
·
Helenistik Dönem ( Helenizim) : (MÖ
330–37)
Helenistik Dönem, Büyük
İskender'in istilalarıyla başlayan Antik Dünya'da Grek etkisinin doruğa
ulaştığı dönemdir. Helenistik Dönem, Klasik Grek Dönemini izlemiştir ve
Helenistik Dönem'in ardından, Klasik Grek egemenliğindeki bölge Roma Cumhuriyeti
hakimiyetine geçmiştir. Bu dönemde dahi Klasik Grek kültürü (din, sanat ve
yazın olarak) halen Roma hakimiyetine sızmaktadır. Öyle ki Latince'nin yanı
sıra Grekçe konuşulmaya ve yazılmaya devam edildi. Helenistik Dönem bazen,
Klasik Grek Uygarlığı'nın gerileme ve çöküş dönemi olarak görülmektedir. Bir
başka açıdan da Klasik Grek Uygarlığı ile Roma Uygarlığı arasında bir geçiş
dönemi olarak görülür. Dönemin başlangıcı çoğu kez Büyük İskender'in ölüm
tarihi olan MÖ 323 olarak alınır. Dönemin sonu ise Yunanistan Yarımadası'nın
Roma Cumhuriyeti tarafından işgal edildiği MÖ 146 olarak kabul edilir. Bazı
tarihçiler ise Büyük İskender'in imparatorluğu'ndan kalan son devlet olan
Ptolemaios Hanedanlığı'nın Aktium Savaşı'nda yenilgiye uğrayıp yıkıldığı
tarih olan MÖ 31-30 tarihini Dönem'in sonu olarak kabul ederler
Büyük İskender’in
izlediği politikaların ilk amacı imparatorluk topraklarında kentler kurmak ya
da var olan kentleri yeniden düzenlemekti. Bu kentlerin farklı bölgelerdeki
yönetsel merkezler olması amaçlanmıştı ve Grek yerleşimciler bu kentlere
gelecekti. Gerçekte birçoğu İskender’in seferine katılan askerleri tarafından
iskan edildi. Kuşkusuz bu kentler Grek kültürünün imparatorluk topraklarına yayılmasını
sağlamıştır. Fakat asıl amaç, imparatorluk sınırları içindeki halklar
üzerinde kontrol sağlamaktı, Grek kültürünün yayılması gibi bir amaç çok daha
geri plandaydı. Romalı tarihçi Arrian, Baktriya’da kurulan kentin, yerli
halkın uygarlaştırılması anlamına geldiğini ifade etmektedir. Fakat bu
“uygarlaştırma”, bölge halkı üzerinde hakimiyet kurmanın bir tarzı olarak da
görülebilir. Öte yandan kuşkusuz kentlerde birer garnizon kurulacaktır ve
böylelikle kent çevresindeki belirli genişlikteki bir bölge askeri olarak
kontrol altında tutulacaktır.
İkinci olarak Büyük
İskender evlilik bağlarıyla bağlı Pers ve Grek seçkinlerden oluşan bir egemen
sınıf oluşturmak çabası içinde olmuştur. Esasen Grek unsurların ülke
tarihinde kökleri yoktu. Pers kökenlilerle karma bir egemen sınıf bu
handikabı giderecekti. Bununla birlikte kritik mevkiler için daha çok
Greklere dayanmıştır. Hindistan’dan döndükten sonra birçok Pers satrap
tasfiye edilmiştir. Diğer yandan Pers hükümdarlık geleneklerini kısmen de
olsa benimseyerek iki kültür arasında bir melezleme yapmaya çalışıldı. Örnek
olarak Pers saray giyimi, tören uygulamaları, saygı sunma tarzları benimsendi
ve bazı saray görevlileri işlerine devam ettiler. Bu girişimler muhtemelen
“Büyük Kral” olarak İskender’e karşı iki tarafın tutumunu birleştirmeyi
amaçlıyordu. Ancak bütün bunlar Makedonyalılar tarafından için için olumsuz
karşılandı. İskender, Pers soylularının bağlılığına Makedon
subaylarınınkinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Bu şekilde Persleri
dışlamamak için melez bir saray kültürü yaratılmış olmalı. Diğer taraftan
İskender’in bir Baktriya prensesi ile evlenmesi ve ondan bir çocuk sahibi
olması, hem Asyalıların hem de Greklerin boyun eğeceği bir hanedanlık yaratma
girişimi olarak görülebilir.
· Roma Dönemi MÖ.30
Ptolemaios Hanedanından Kleopatra ile
Marcus Antonius komutasındaki Mısır donanmasının Caesar Divi Filius Augustus
komutasındaki Roma donanmasına yenildiği Aktium Savaşı ardından Mısır, MÖ 30
yılında Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti oldu
|
ANTİK YUNAN VE ROMA DİNİ TARİHİ
Yaradılış Dini Köken:
Antik Yunan didaktik şiirinin babası
ve ozanı olarak anılan Hesiodos’a göre; yaratıcının evrene şekil vermesi,
Kosmos da yerleşecek ilk ırk olan Titanları yaratması ile başlar. Kronos ve
Rhea’dan doğan Zeus Olimpos’a yerleşir. Zeus Tanrıça Hera (Kız kardeşi ve
evlilik tanrıçası) ile evli olmasına rağmen tanrıçalar, periler ve ölümlü
birçok kadınla olan ilişkileri ile yeryüzü Zeus’un çocuk bolluğu yaşanan
cennetine döner. Antik Yunan Mitolojisi aslında kendi içine düştüğü bu kaosun
kurbanıdır. Kendi içinde bu hikayenin çok farklı çeşitleri mevcuttur ve
hangisinin doğru olduğu konusu kendi aralarında da her zaman tartışmalıdır.
Zeus’un tanrısal nitelikli çocukları
yeryüzünde insanlığı etkileyecek birçok düşünce ve fikir akımının nedeni
olmuştur. Antik Yunan mitleri, diğer toplumların mitlerinde olduğu gibi insana
ait tüm duygu ve düşünceleri bu tanrı ve tanrıçalara atfetmiştir. Efsanelerin
çeşitlenmesi yoluyla o kadar çok tanrı, tanrıça ve çocuk meydana gelmiştir ki5
bu soy kütüğünü kesin ve net bir biçimde ortaya koymak son derece güçtür.6 Bu
tanrı ve tanrıça bolluğu aslında bir o kadar da düşünce ve fikir çeşitliliği
demektir.
Roma Tanrı ve Tanrıçaları Antik Yunan
efsanelerinden uyarlanmıştır. İsimleri farklı fakat hemen hemen aynı
karakteristiğe sahiptirler. Antik Yunan da baş tanrı Kronos, Roma da
Jupiter’dir. Tanrıça ise Hera’dır.2 Yunan mitolojisi yüzlerce tanrı ve
tanrıçası ile çok zengin bir mitolojik geçmişe sahiptir. Batı kültürünün ortaya
koyduğu birçok sanat dalında hala bu geçmişin birikmiş efsaneleri işlenir ve
kullanılır.
Giritliler tanrıçalara taparlardı. Bazı
erkek tanrıların da olduğu yönünde birkaç kanıt olmasına rağmen heykel ve
fresklerde betimlenen tanrıçaların sayısı erkek bir tanrı olarak nitelendirilebilecek
her şeyden daha çoktur. Bazı tarihçi ve arkeologlar bulunan bu dişi figürlerin
ibadet eden kişiler ya da bir ayin yönetmekte olan rahiplere olduğunu düşünse
de bir ana bereket tanrıçasının, doğa ananın, şehir, ev, hasat ve toplum gözünde
önemli görülen pek çok şeyin koruyucusu olan tanrıçalarının ve yer altını
yönetenlerin varlıklarına ilişkin pek çok kanıt sunulmaktadır. Bazı
araştırmacılar ise tüm bunların yalnızca tek bir tanrıçanın varlığına ait
olduğunu düşünmektedir.
Arkeolog Walter Burkert, Girit dini ile
ilgili olguların Etrüsklerin, Antik Yunanların, Roma ve hatta Hellenistik
dönemdeki toplumların bile yaşamlarındaki olgularla benzerliklerin
bulunabileceğini söylemiştir. Giritliler dinlerin içeriğini, dinlerinin
gerekleri ve taptıkları varlıkların adlarını yazıya geçirmemişlerdir. Yüzyıllar
boyunca sözlü olarak aktarılan bilgiler sonucunda çok daha yetersiz bilgi
kalmıştır. Yunan mitolojisinde de Girit dönemine ait birkaç ad bulunmaktadır.
Helenistik (Helenizm) Felsefe Nedir?
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323
yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası
olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad. Bu dönemde yer
alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla;
Akademi, (Akademi adı, Atina
yakınlarındaki Akademeia adlı bir zeytinlikten gelir. Bu zeytinlikte Eski Yunan
düşünür Platon, matematik, doğa bilimleri ve yönetim biçimi gibi çeşitli
konularda öğrencilerine ders veriyordu. Eflatun (Platon)'un MÖ 4. yüzyılda ders
verdiği bu okul, tarihteki ilk akademi olarak kabul edilir.)
Peripatetik okul, (Yunan filozof
Aristo'nun öğretilerinden yola çıkan yorumculara verilen bir sıfat)
Epikürosçu (Epikür bir ahlak
felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia).
Ona göre insan, tabiatı itibarıyla acıdan, üzüntüden, kaygıdan kaçıp neşe ve
haz peşinde koşar. Bu yüzden bireyin temel amacı da mutluluk ve hazza
ulaşmaktır. Fakat bu mutluluk ve haz materyalist özellikler taşır; maddi hazlar
önemlidir. Bununla birlikte insan dinsel kaygı ve sınırlamalardan uzak
durmalıdır. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir: insanın mutluluğa
giden yolunu araştırmak. Epikür, insan mutluluğu dışında antik Yunan
felsefesinin soyut tartışmalarıyla ilgilenmemiştir.)
ve
Stoacı okuldur. (Stoacılar için insanın
temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir.
Dolayısıyla doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya
vatandaşlığını savunmuşlardır. "Mutluluk, dış koşullara bağlı olmamalıdır,"
önermesini dile getirmişlerdir.)
Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve
Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi,
daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur.
Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve
yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda
bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son
çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık
görüşüyle karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir
felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle
de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur.
Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa
felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Hellenistik felsefenin en önemli
özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde
düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi
teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin
vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak,
özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı
şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık
olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar,
fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi
doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda,
Stoalıların Herakleitos’un fiziğini Epiküros’un ise Demokritosun atomcu
görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar
vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan
çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına
ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği
kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte,
bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde
dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır. Böylesi
bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey
üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik
görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş
amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik
kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu
aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en
önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde
yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem
vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana
çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak
şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadığımız dünyayla, bu
dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.
Ek Bilgiler
Büyük İskender'in egemenliğiyle özgür
ve bağımsız Yunan kent devletinin gücü gerçekten tarihe karışmıştı. Onun ve
siyasi güç için birbirleriyle dövüşen ardıllarının egemenlikleri sırasında
Yunan kentlerinin ellerindeki özgürlük ancak sözde egemenlikti ya da en azından
her şeyin üzerinde duran egemenin iyi niyetine bağımlıydı.
İşte bu yeni siyasi durum, kaçınılmaz
olarak, felsefede de bir etki yarattı. Hem Platon hem de Aristoteles Yunan
kentinin insanlarıydılar. Ve onlar için birey; kentten ve kentin yaşamından
ayrı düşünülemezdi. Birey kentte amacına ulaşır ve yaşamını iyi sürdürürdü. Ama
özgür kent daha büyük bir kozmopolitan bütüne kaynaştığı zaman, yalnızca
Stoacılıkta gördüğümüz gibi, dünya vatandaşlığı ideali ile kozmopolitanizmin
değil, fakat bunun yanı sıra bireyciliğin de öne çıkması doğal olabilirdi.
Gerçekte bu iki öge, kozmopolitanlık ve bireycilik, sıkı sıkıya birbirlerine
bağlıydılar. Çünkü kent devletinin Platon ve Aristoteles'in düşündükleri gibi
sıkı ve her şeyi kucaklayan yaşamı çöktüğü ve yurttaşlar daha büyük bir bütüne
kaynaştıkları zaman, birey kaçınılmaz olarak başı boş kaldı, kent-devletindeki
bağlarından koptu. Böylece kozmopolitan bir toplumda felsefeden beklenebilecek
tek şey ilgisini bireyde yoğunlaştırması onun yaşamda kılavuzluk istemine
karşılaştırmaya çalışması olacaktı. Çünkü bu yaşam artık göreli olarak küçük
bir kent ailesinde değil ama büyük bir toplumda yaşanıyor, ve buna göre felsefe
başat olarak törel ve kılgısal eğilimler sergiliyordu. -Stoacılık ve
Epikürcülükte olduğu gibi. Metafiziksel ve ruhsal kurgu düşme eğilimine girdi,
kendileri uğruna değil ama ancak törebilim için bir temel ve hazırlık
sağlamaları işleminde birer ilgi nesnesi oldular. Törel alan üzerinde bu
yoğunlaşma yeni okulların metafiziksel kavramlarını kendi başlarına yeni
kurgular üretmeye girişmeksizin niçin başka düşünürlerden ödünç almış
olduklarını anlamayı kolaylaştırır. Gerçekten de bu bakımdan geriye
ön-Sokratiklere döndüler-. Stoacılık Herakleitos'un fiziğine ve Epikürcülük ve
Demokritos'un atomculuğuna başvuruyordu. Bundan da ötesi, Aristoteles-sonrası
Okullar en azından belli bir düzeyde giderek törel düşünce ve eğilimleri ve
eğilimleri için bile Ön-Sokratiklere döndüler, Stoacılar Kynik törebilimden ve
Epikürcüler Kraniklerden ödünç aldılar.
Bu törel ve kılgısal ilgi, Roma
döneminde Aristoteles-sonrası okulların gelişiminde özellikle belirgindir.
Çünkü Romalılar ve Yunanlılar gibi kurgul ve metafiziksel yanları güçlü
düşünürler değil, tersine karşılıklı olarak kılgıya yönelik insanlardı. Eski
Romalılar karakter üzerinde diretiyorlardı -kurgu onlara biraz yabancı idi- ve
Roma İmparatorluğunda, cumhuriyetin önceki idealleri ve gelenekleri söndüğü
zaman, bireye çalkantılı bir toplumsal süreç içerisinde yaşamını doğru olarak
yönlendirmesini ve belli bir tinsel ve ahlaksal bağımsızlık üzerine dayanan bir
ilke ve eylem tutarlılığını sürdürmesini sağlayabilecek davranış kurallarını
sağlama görevi sözcüğün tam anlamıyla felsefecilere düşüyordu. Nietzsche,
Hellenistik ve diğer Yunan felsefesi hakkında şu yorumu yapar:
"Yunanlılar, gerçekten sağlam bir
millet olarak, felsefe yapmakla, bütün başka milletlerden çok daha büyük ölçüde
felsefeyi meşru kıldılar. Ama vaktinde duramadılar, çünkü kuru ihtiyarlık
çağlarında felsefeden, sadece hristiyan doğmatiğinin sofuca akıl oyunlarını ve
pek kutsal kılı kırk yarmalarını anlamakla beraber, kendilerini felsefenin
ateşli taraftarları olarak gösterdiler.
"Vaktinde duramadıklarından
ötürüdür ki, kendilerinden sonra gelen barbar aleme gördükleri hizmeti kendi
elleriyle ufalttılar."
Aristoteles'ten sonra Hellenistik
felsefe, iki doğrultuda gelişmiştir. Bir yandan bir ahlak felsefesi, öbür
yandan da pozitif bilimler üzerinde bilgince bir araştırma olmuştur. Platon ve
Aristoteles'in okulları da (Akademia ile Lykeion) bu gelişmeye ayak
uydurmuştur.
Roma imparatorluğunun Tarihi
- Roma Tarihinin Dönemleri
Bugünkü İtalya’nın Latium bölgesinde,
Tiber Irmağı’na bakan tepelerde kurulmuş birkaç köyden oluşan eski Roma,
sonradan dünyanın en büüyk imparatorluklarından birinin merkezi oldu. Romalılar
tarihte pek çok ülkenin dilini, edebiyatını, yasalarını, yönetim biçimini ve
mimarlığını etkiledi.
Roma Tarihinin Dönemleri
a.Krallık Öncesi Dönem (İ.Ö. 753
öncesi)
b.Krallık Dönemi (İ.Ö. 753 - 509 arası)
c.Cumhuriyet Dönemi (İ.Ö. 509 - 27
arası)
d. İmparatorluk dönemi (İ.Ö. 27– I.S.
476 arası)
Krallık Öncesi Dönem: İtalya’da eskitaş
çağından beri yaşayan insan toplulukları vardı. İ.Ö. 3000’lerde, yenitaş çağına
geçmiş Akdeniz asıllı halklar görülür..İtalya’ya 1200yıllarında gelen kabileler
İtalikler’dir. İtalikler’in yerli halkla karışmalarından "Latinler"(ovalılar)
denen halk doğmuş. İtalya’ya Anadolu’dan gelen, Romalı ozan Vegilius’un Aeneas
destanında anlatılan Etrüskler’in, denizcilikte usta bir halk olduğu
anlaşılıyor. Etrüksler, İtalya’da tarımcı köy toplulukları halinde yaşayan
Latinler üzerinde kurdukları egemenlikle, toplumsal farklılaşmaya uğramış
toplumların,dolayısıyla uygarlığın orataya çıkmasına yol açmıştır.
Bu olaydan yüzyıl kadar sonra bazı
Latin köyleri birer kent duruma geçmişler. Bu kent toplumlarında şarap,
zeytinyağı ve maden işletmeciliği, Kartaca , Fenike ve Ege adaları ile ticaret
ilişkileri görülür. Siyasi örgütleniş “civitas” denen bağımsız kent devletleri
biçimindedir. Kent devletleri önceleri seçimle iş başına gelen ve aynı zamanda
en yüsek komutan, yargıç,din adamı olan krallarca yönetilirdi. Zamanla
monarşilerin yerini aristokrasiler alır.
Krallık Dönemi: Efsaneye göre, Roma’yı
Romus ve Romulus kardeşler kurmuştur. Eskiçağ tarihçileri, Roma krallığının
başlangıcı olarak I.Ö. 753’ü verirler. Etrüksler, üzerinde egemenlik kurdukları
Latin köylerini birleştirip Roma kentini kurarken, yerli halkı kentin
kurulmasında zorla çalıştırmışlar. Bu durum iki toplumun arasını açmış. Latin
halkın zamanla güçlenen aristokratları, bir buçuk yüzyıl sonra ayaklanarak I.Ö.
509’da Etrüks kralını kovmuşlar.
Romus ve Romulus: Bir efsaneye göre Roma
kenti MÖ 753’te Romus ve Romulus tarafından kurulmuştur. Bu efsaneye göre
Romulus Roma’nın kurucusu, Romus ise onun ikiz kardeşidir. Eski İtalyan
kentlerinden Alba Longa’nın Numitor adında bi kralı vardır. Numitor’un tahtına
göz diken kardeşi Amulius onu devirir ve tahtını güvenceye almak için,
Numitor’un kızı Rhea Silvia’ya hiç evlenmeyeceğine ilişkin yemin ettirir.
Evlenirse, doğacak çocukları tahta sahip çıkacağından korkmaktadır. Oysa savaş
tanrısı Mars, Rhea’ya aşık olur. Rhea’nın Mars’tan ikiz oğulları dünyaya gelir.
Rhea’nın oğullarının büyüyüp kendisini tahtından edecekleri kaygısıyla, Amulius
bebekleri bir sandığın içinde Tiber Irmağı’na attırır. Taşan ırmağın suları
alçalınca ikizlerin içinde bulunduğu sandık kıyıya vurur. Onları bulan dişi
kurt, sütüyle besleyerek büyütür. Kurt gibi, Mars’ın kutsal saydığı
hayvanlardan olan ağaçkakan da çocuklara yiyecek taşır. Daha sonra ikizleri
bulan kralın çobanı Faustulus onları karısına götürür. Çobanla karısı Romus ve
Romulus adlarını verdikleri çocukları öz çocuklarıymış gibi büyütürler. Her
ikisi de gözünü budaktan sakınmayan, güçlü ve yiğit delikanlılar olur ve
serüvenci birçoban çetesinin başına geçerler. Bir gün Romus yakalanır,
cezalandırılmak üzere Numitor’un huzuruna çıkarılır. Delikanlının hiç çobana
benzemediğini gören Numitor, onu sorguya çeker ve çok geçmeden kim olduğunu
anlar. Amulius’a baş kaldıran Romus ve Romulus onu öldürüp krallığı
büyükbabaları Numitor’a geri verirler. Bir kent kurmaya karar veren Romus ve
Romulus, dişi kurdun onları emzirip büyüttüğü yeri seçerler. Romulus, Palatium
(günümüzde Palatino) Tepesi’nin çevresine bir duvar örmeye başlar. Romus
yaptığı duvarın çok alçak olduğunu ileri sürerek kardeşiyle alay eder ve
kanıtlamak için üzerinden atlar. Öfkesine yenik düşen Romulus, Romus’u öldürür.
Bir başka efsaneye göre ise iki kardeş
ikiz oldukları için kentin başına kimin geçeceğine karar vermek amacıyla
kehanetlere başvururlar. İkisi de birer tepeye çıkar ve gelecek kehanetleri
beklemeye başlarlar. İlk kehanet Romus’a gelir: 6 tane akbaba görmüştür. İkinci
olarak Romulus’a kehanet gelir: 12 akbaba görmüştür. Romus ilk kendisinin
kehaneti gördüğünü öne sürerek başa geçmek ister, fakat Romulus kendisinin daha
çok akbaba gördüğünü ileri sürer ve o da başa geçmek ister. Böylece iki
kardeşin arasında bir tartışma olur, Romulus Romus’u öldürür ve başa geçer.
Romulus, kendi adından esinlenerek “Roma” adını verdiği yeni kentin yapımını
sürdürür. Kendisine sığınan kanun kaçaklarını, Capitolium (günümüzde
Capitolino) Tepesi’ne yerleştirir. Ne var ki, aralarında hiç kadın yoktur.
Romulus, bi İtalyan kabilesi olan Sabinler’in kadınlarını kaçırmak için hileye
başvurur. Bir şenlik düzenleyerek Sabinler’i çağırır. Erkekler eğlenceye
dalınca, Romulus’un adamları Sabinli kadınları kaçırır. Öfkeden deliye dönen
Sabinli erkekler, kralları Titus Tatius’un önderliğinde Romulus’la savaşırlar.
Ama Romalı eşlerinden hoşlanmaya başlayan Sabinli kadınlar araya girerek barışı
sağlar. Titus Tatius, bir savaşta ölene kadar, Romulus’la birlikte iki halkı da
yönetir. Yaşamının geri kalan döneminde tek başına hüküm süren ve hem savaşta,
hem de barışta büyük bir önder olduğunu kanıtlayan Romulus, günün birinde
şiddetli bir fırtına sırasında yok olur. Romalılar onun tanrıya dönüşerek
gökyüzüne yükseldiğine inanırlar, Quirinus adıyla ona taparlar. MS IV. yüzyılda
ortaya çıktığı düşünülen bu efsanenin Roma kentinin adını ve bazı gelenekleri
açıklamak için bir Yunan öyküsünden esinlenilerek yaratılmış olduğu
sanılmaktadır.
Cumhuriyet Dönemi: Etrüks kralını
kovarak yönetimi el geçiren, kendilerine Patricii(babalar) denen Latin
aristokratları, Etrüks karallık kurumuna duydukları düşmanlıktan dolayı,
krallık düzenini yıkıp, cumhuriyeti kurmuşlar. Batı dillerinde cumhuriyet
anlamına gelen “republic” Latince’de “halk için” anlamına gelen “Res
publica”den gelmektedir.Res publica zamanla, toplumun tek kişi tarafından değil
meclislerce yönetilmesi anlamını kazanmıştır. Bir yönetime cumhuriyet denilmesi
için meclislerin halk meclisi olması zorunlu değildir. Gerçekten, Roma
Cumhuriyeti de “aristokratik bir cumhuriyer”tir. Nüfusunun %10’nu oluşturan
patriciler iyi örgütlenmiş büyük toprak sahipleri sınıfıydı ve tam vatandaşlık
haklarına sahiptiler. Nüfusunun %90’nı oluşturan sınırlı vatandaşlık hakları
tanıdıkları plebler üzerinde aristokratik bir cumhuriyet yönetimi kurmuşlardı.
Plebler sınıfı da yoksul ve zengin
plebler olarak ikiye ayrılır. Zengin plebler bir kentsoylular sınıfını
oluştururken, pleblerin yoksullaşan kesimi Rıma proletaryasını oluşturacaktık.
Latimce’de “proles” çocuk demektir. Vatandaşları zenginliklerine göre ordunun
birliklerine almak ve öteki vatandaş haklarıyla ve görevleriyle ilgili
düzenlemeleri yapmak amacıyla, Roma vatandaşları çeşitli server sınıflarına
ayrılırlarken, ploterya adı, vatandaşların çocuklarından başka servertleri
olmayan yoksul kesimini belirtmek için kullanılmıştı.
Roma toplumunun cumhuriyet dönemindeki
bu sınıfları dışında ileride imparatorluk döneminde, plenblerin orduya süvari
olarak atlarıyla katılan üst tabakalılaradan oluşan bir “atlılar” sınıfı ortaya
çıkacaktır. Zenginleşen plebler patricileri zorlayarak siyasal haklarını
genişletip memur olmaya başlayınca, patrici üyeleriyle evlenmelerini önleyen
yasaları da kaldırtmışlar. Böylece patrici üyeleriyle zengin pleblerin
karışmalarından doğan bu sınıfa, iyiler anlmaına gelen “optimates” denecektir.
Buna karşılık zengin olmayan halk sınıfına “populares” denmeye başlanacaktır.
Daha önceleri patriciler ile plebler arasında olan sınıf ve iktidar kavgaları,
cumhuriyetin sonlarına doğru ve imparatorluk döneminde optimates ve populares
sınıfları arasında sürecektir.
Roma’da cumhuriyet döneminin tarihi,
dışta Roma’nın gelişmesinin, içte sınıf kavgalarının tarihi olmuştur. Roma kent
devleti güçlenirken, Romalılar Sicilya’da ve Kartaca’da kölelerin ya da
serflerin çalıştırıldıkları büyük topraklarda kapitalist yöntemlerle, pazara
dönük, karlı tarımsal üretmin yapıldığına tanık oldular. Roma toprak ağaları,
“latifundia” denen çiftliklerde yapılan bu yönetim biçimini benimsediler. Bu,
bir yandan sınıf çatışmalarına yol açarken, öte yandan Roma’yı geniş toprakları
olan bir kara imparatorluğu durumuna getirme yolunda sonuçlar doğurdu. Roma,
Atina’dan çok daha büyük çapta köle emeğine dayanan bir toplumdu.
İç gelişmeler alanında Roma plebleri,
patrici sınıfyla savaşımlarında adım adım ilerleyerek, Roma’nın yönetiminde
gittikçe daha fazla söz sahibi olabilmeyi başardılar. Önce patricilerin
"Senato"suna karşlık kendi "Pleb Meclsini" kurdular. Patricilerdenn
istedikleri hakları alamayınca “öyleyse kendi başınızın çaresine bakın”
diyerek, Roma’dan ayrılıp başka bir yerde kendi topluluklarını kurmak üzere
yürüyüşe geçince, borçlarını bağışlatıp, köle durumuna düşmüş üyelerinin
özgürlüklerini geri verdirip “tribün” denen memular ile Roma yönetimine katılma
haklarını elde ettiler. İ.Ö 450 yılında “On iki Levha Yasası”nı, aristokratik
sözlü hukukunun yerine geörmeyi başardılar. İ.Ö. 447’de Pleb meclisini bir halk
meclisi durumana getirerek, Senato gibi yasa çıkarma yetkisine sahib bir
meclise kavuştılar. İ.Ö. 445’te ise, pleblerle patrici sınıfından olanların
evlenmlerini yasaklayan yasayı kaldırttılar. İ.Ö. 421’de, daha önce yalnızca
patrici üyelerine açık olan Roma yüksek memurlukları pleblere açıldı. İ.Ö.
326’da borç köleliği kaldırıldı. İ.Ö. 287’de plebler bir kez daha kendi
devletlerini kurmak üzere Roma’dan ayrıldıklarında, çaresiz kalan patriciler,
pleb halk meclisini Senatoya eşit bir yasama gücüne sahip olmasını kabul
ettiler.
İçte sınıf çatışmaları bu yönde
gelişirken, dışta Roma’nın hızla genişlendiğini görüyoruz. Roma ilk
gelişmelerini tuz ticareti yolu üzerinde bulunuşuna borçludur. Tuz ticaretine
zamanla zeytinyağı ve şaağ ticareti eklenmiş, bu yolla zeytin ve üzüm tarımına
geçilmiştir. Latifundilarda köleler çalıştırarak pazara yönelik bir tarım
gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmeler patricilerin topraklarını genişletme
yolunda bir politika izlemelerine neden olmuştur.
İ.Ö. 493’de Roma’nın otuz Latin kent
ile kurduğu "Latin Birliği" giderek Roma’nın bunlar ve bunlara eklenen
kentler üzerine dayattığı bir egemenliğe dönüşür. İ.Ö.448’de Roma Akdeniz
ticaretine girerek, genişlemesine hem karadan hem denizden sürdürme olanağı
bulmuştur.
Roma kentince yönetilen Latin
Birliği’ni yönetime katılma hakkı olmayan kentleri, kendilerine de Roma
vatandaşlık haklarının tanınması isteği ile İ.Ö.340’ta ayaklandılar. Bu
ayaklanma bastırıldı; ama dene de bunların halklarına Roma vatandaşlık hakları
tanındı. Ancak Roma, kentler arası ticareti elinden kaçırmamak için, bu
kentlerin birbirleri ile olan ticareti yasakladı.İ.Ö.272’den sonra Roma, Güney
İtalya daki Yunan kent devletlerini ele geçirdi. İ.Ö.264’te Akdeniz ticareti ve
egemenliği yolunda Kartaca ile savaştı. İ.Ö.210’da Kartaca’yı kesin olarak
yenince Akdeniz’i ele geçirdi. İ.Ö.168’de Makedonya’yı İ.Ö.146’da Yunanistan’ı
topraklarına kattı.
İmparatorluk Dönemi: MS III. yüzyılın
sonlarına doğru, Yunan uygarlığı Roma’da yayılmaya başladı. Romalılar bu
uygarlığa büyük bir saygı ve hayranlık duydu. Bu nedenle, Makedonya Kralı V.
Philippos ( MÖ 238 – 179 ) Yunan kentlerini ve Anadolu’yu tehdit edip de, bu
kentler Roma’dan yardım isteyince, bu isteğe olumlu yanıt veren Romalılar,
Makedonyalılar’la dört yıl çarpıştılar. Sonuçta Doğu Akdeniz Roma’nın
hakimiyetine girdi; MÖ 146’da Makedonya ve Yunanistan da birer Roma eyaleti
oldu. Böylece tüm Akdeniz Roma’nın egemenliği altına girdi. Bu zaferler sonucu
Roma güçlendi ve zenginleşti. Mal ve köle ticareti gelişti. Senatörler ve öbür
yöneticiler çabuk zengin olmanın yollarını ararken, bazı eyalet yöneticilerinin
de vergi toplarken zora başvurmaları halkın tepkisini çekiyordu. Kişisel
hırslar ve açgözlülük, cumhuriyetin ilk yıllarındaki yurtseverliğin ve özverililiğin
yerine geçmişti.
MÖ II. yüzyılın sonlarına doğru
yönetici sınıfın davranışlarını eleştiren Tiberius ve Gaius Gracchus adlarında
iki kardeş, halkın daha fazla hak sahibi olması için mücadele etmeye
başladılar. MÖ 133’te soyluların el koyduğu kamu topraklarını yoksul halka
dağıtmak için bi yasa tasarısı hazırladılar. Romalılar’ı uyandırmak için
canları pahasına mücadele eden bu kardeşlerin ikisi de acımasızca öldürüldü.
Ama çabaları boşuna olmamış, Romalılar’da haksızlıkların ortadan kalkması için
siyasal bir reform gerektiği inancı yerleşmişti.
Bu sıralarda Roma ordusunda köklü bir
değişiklik oldu. Ücretli askerler , yurttaş askerlerin yerini almaya başladı.
Yurttaş askerler tümüyle ülkelerine bağlı oldukları halde, yeni profesyonel
askerler, komutanları her kim ise ona bağlanıyordu. Bu durum Roma’nın siyasal
yaşamını büyük ölçüde etkiledi. O tarihten sonra başarılı generaller
ordularının desteğiyle üstün bir güç ve yetki sahibi olmaya başladı.
Gaius Marius’un askerlerin desteğiyle
nasıl yükseldiği buna örnektir. Doğuştan “pleb” olan Marius, kendine sadık
ordusunun desteğiyle konsül olmuştu. İlk kez MÖ 105’te Kuzey Afrika’da
Numidya’nın kralı olan Iugurtha’yı yenerek ünlenen Marius, daha sonra İtaly’nın
kuzeyini tehdit eden Germen kabilelerini de üst üste iki kez yenmeyi
başarmıştı. Bundan sonra patricilerin generali Sulla ile güçlerini
birleştirerek Roma ile savaşan komşu halkları yenilgiye uğrattı. Sulla,
Yunanistan’ı ve doğuyu tehdit eden Mithridates’le savaşmak için Roma’dan
ayrıldı.
“Mithras” Güneş tanrısının
adıydı.Mithridates ise “Güneş tanrısının soyundan” anlamına geliyordu.
Karadeniz’in doğusunda bir krallık olan Pontos tahtına geçen VI. Mithridates
kanlı bir egemenlik kurarak dünyaya korku salmış, annesini hapse attırdıktan
başka, kardeşini de öldürtmüştü. Üç ayrı zamanda Roma’ya savaş açan
Mithridates, sonunda Romalı general Pompeius’a yenildi. Sulla doğuda
Mithridates’le savaşırken, Marius Roma’da yönetime el koydu. Sulla seferden
döndüğünde Marius ölmüştü, ama Sulla öcünü Marius’un yandaşlarından ve halktan
aldı. Sonsuz yetkilerle MS 82’de kendini diktatör seçtirdi. Sulla’dan sonra
Roma’da yasadışı olaylar ve siyasetçilerin entrikaları hız kazandı. MÖ 73’te
Spartaküs adında bir gladyatör kölelerden oluşturduğu ordusuyla Roma’ya baş
kaldırdı. Çok sayıda Roma lejyonunu yenilgiye uğrattıktan sonra MÖ 71’de
yenildi ve öldürüldü.
MÖ I. yüzyılın ortaları Julius Caesar
ile Pompeius arasındaki rekabetle geçti. Her ikisi de yetenekli ve değerli
önderlerdi. Bir süre, zengin bir soyu olan Marcus Crassus’u da aralarına alarak
“birinci Triumvirlik” denen üçlü yönetim denemesinde bulundular. Crassus , MÖ
53’te öldükten sonra Pompeius Caesar’ın Galya’daki askeri başarılarını
eskisinden daha fazla kıskanmaya başladı. Caesar’ın geri çağırılması için
hükümeti etkiledi. Caesar, bu buyruğa uyarak geri dönecek olursa, ordusunu
terketmek zorunda kalacağının bilincindeydi. Bu yüzden MÖ 49’da ordusunun
başında yola çıktı. Kendi bölgesi olan Galya Cisalpina ile geri kalan İtalyan
toprakları arasında sınır oluşturan Rubicon Irmağı’nı geçtikten sonra, dönüşü
olmayan bi noktaya geldi. Roma’da güçlü bir destek sağlayamayacağını anlayan
Pompeius Yunanistan’a kaçtı.
Gücünü kanıtlamak için savaşmayı
sürdüren Caesar, MÖ 45’te Roma’ya döndü ve ömür boyu başkanlığa seçildi. Ne var
ki, bazı senatörler Roma’nın özgürlüğü açısından Caesar’ın planlarını sakıncalı
buluyordu. Caesar çok geçmeden, bir senato toplantısından sonra hançerlenerek
öldürüldü. ( MÖ 44 ).
Bundan sonra iktidar Marcus Antonius’a
geçti. Ne var ki Caesar’ın evlat edinmiş olduğu genç Octavius Roma’ya dönünce,
aralarında çatışma çıktı. Octavius senato tarafından konsüllüğe getirildi.
Gaius Julius Caesar Octavianus adıyla Caesar’ın evlat edindiği oğlu olarak
tanındı. Bir süre sonra Octavianus ve Antonius uzlaşmaya vararak, Caesar’ın
süvari komutanı Marcus Lepidus’un da katılmasıyla “ikinci Triumvirlik”i
kurdular. Caesar’a komplo kurarak öldüren Brutus ve Gaius Longinus Cassius’a
karşı savaş açarak, onları MÖ 42’de Makedonya’da yendiler. Bundan sonra doğuya
giden Antonius, orada karşılaştığı Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya aşık oldu ve
arkasından Mısır’a gitti. Octavianus’la yeniden arası açıldı. MÖ 31’de
Yunanistan’ın batı kıyılarındaki Aktium Savaşı’nda Octavianus, Antonius’un
donanmasını dağıttı ve Roma’nın rakipsiz önderi olarak yönetimi eke geçirdi.
Octavianus MS 14’te ölünceye kadar tam
45 yıl Roma’yı yönetti. MÖ 27’de kendisine, yüce anlamında Augustus sanı
verilmişti. Çok büyük bir güce sahip olmasına karşın, Roma’nın eskiden olduğu
gibi comhuriyetle yönetildiği izlenimini yaratmaya büyük özen gösterdi. O
dönemde krallar mutlak egemenliğe sahipti. Romalılar böyle bir yönetim
istemiyordu.
Augustus yönetiminde Roma en parlak
dönemini yaşadı. Ticaret çok büyük bir gelişme gösterdi. Roma yasaları
imparatorluğun her yerinde uygulanmaktaydı. Güçlü hükümet, lejyonlarca da
destekleniyordu. İmparatorluğun egemen olduğu bölgelerdeki yerli halkların
haklarına saygı gösteriliyordu. Yüzyıllardan beri sürmekteolan çekişme ve
kargaşanın sona ermiş olması Augustus’un başarısıydı. Halk, yasaların güvencesi
altında olmanın huzuru içindeydi.
Augustus’tan Sonra İmparatorluğun
Durumu
Augustus ölmeden önce imparatorluğa
üvey oğlu Tiberius’u seçmişti. MS 14’te başa geçen Tiberius , yayılmacı bir
siyasetten yana değildi. Daha yönetimdeyken Tiberius’tan sonra başa kimin geçeceğine
ilişkin tartışma ve kavgalar başlamıştı. Augustus’un kurmuş olduğu güçlü
yönetim ağı bir süre ülkenin gerilemesini önledi. Tiberius’tan sonra Caligula
25 yaşında imparator oldu. Babası Germanicus asker olduğu için çocukluğu
askerler arasında geçmişti. Halk babasını sevdiği gibi, onu da benimsedi.
Caligula başa geçtiği ilk yıllarda iyi bir yönetici izlenimi veriyordu. Ama
sekiz ay sonra hastalandı, belki de bu hastalığın etkisiyle, daha sonraki
yıllarda dengesiz davranışlarda bulunmaya başladı. Roma’nın en tanınmış
ailelerin yok etti. Cumhuriyet döneminin törelerine karşı duyduğu tepkiyi
göstermek için sevdiği atını önce rahip, sonra da konsül ilan etti. Bir
gladyatör gibi dövüştü, akrabalarının çoğunu öldürdü. Acımasızlığı dillere
destan oldu. Dört yıl süren kanlı bir saltanattan sonra, koruma görevlilerinden
biri tarafından öldürüldü.
Caligula’nın ardından, MS 41-54
arasında hüküm süren Claudius yetkin bir yöneticiydi. Roma yurttaşlığını
genişleterek, yabancı topluluklara da yurttaşlık hakkı verdi. Özgürlüğünü
kazanmış Yunanlı köleleri önemli devlet görevlerine getirdi. Bu onların
güçlenmesine yol atı. Üçüncü karısı Valeria Massalina entrikaları yakışıksız
davranışlarıyla ün saldı. MS 48’de idam edildi. Claudius’un dördüncü karısı
olan Agrippina, önceki kocasından olan oğlu Neron’u evlat edinmesi için
Claudius’a baskı yaptı. Oysa Claudius’un Britannicus adında bir oğlu vardı. MS
43’te Romalılar Claudius’un komutasında İngiltere’yi işgal ederek, adanın
doğusunu Roma İmparatorluğu’na kattılar. Caligula’nın ve Claudius’un
dönemlerinde eyalet yöneticilerinin yetkin ve güçlü olmaları sayesinde
imparatorluk gelişmesini sürdürdü. MS 54’te Agrippina Claudius’u zehirleri,
böylece yerine oğlu Neron tahta geçti. İlk beş yık sorunsuz geçti; ne var ki,
sonraki yıllar benzeri görülmemiş bir dehşet yaşandı. Neron annesini ve
karısını öldürttükten başka, zamanın önde gelen yöneticilerini de birer birer
ortadan kaldırdı.
Neron atletizm, tiyatro ve şiir
yarışmaları da düzenletti. Hükümdarlığının 10. yılında Roma’da büyük bir yangın
çıktı. Neron bunun ilk Hristiyanlar’ın suçu olduğunu ileri sürdü ve onlara
eziyet etti. Kentin yeniden yapılması için büyük paralar harcadı.
Roma İmparatorluğu’nun tarihine bakacak
olursak çöküşün Neron zamanında başlamış olduğunu görürüz. Vergi yükü altında
ezilen insanlar sıkı ve düzenli çalışamaz olmuştu. Ordu siyasete karışıyor,
hükümet ordunun istemlerine çoğu zaman boyun eğiyordu. Neron’un savurganlığı
imparatorluğun birçok yerinde ayaklanmalara yol açmıştı. Sonunda orduyu da
karşısındabulan Neron intihar etti. Çok geçmeden lejyonlar arasında kıran
kırana bir iç savaş başladı. Bu kargaşanın sonunda Vespasianus adında bir
general Flavius hanedanını kurdu. Ağır vergilerle ülkenin mali durumunu
düzeltti. MS 69-79 arasında hüküm süren Vespasianus ve ondan sonra gelen Titus
ve Domitianus adlı imparatorlar büyük ölçüde ordunun gücüne dayandılar. Askeri
düzenlemelerle sınırları koruyabildiler. MS 79’da, Titus döneminde patlayan
Vezüv Yanardağı bir Roma kenti olan Pompei’yi lavlar ve küller altında bıraktı.
Bu zamandan kalan kalıntılar , Roma kentindeki yaşam hakkında önemli bilgilere
sahip olaya yaramıştır.
Domitianus 81’de imparator oldu.
İmparatorluğunun son üç yılında Romalılar insanlıkla bağdaşmayan korkunç bir
terör yaşadılar. Domitianus 96’da öldürüldü. Ondan sonra tahta geçen Nerve
yalnız iki yıl yaşadı. Traianus ve yeğeni Hadrianus düzeni yeniden kurmakiçin
çok çaba gösterdiler. MS 98’de başa geçen Traianus imparatorluğun sınırlarını
genişletti. Akıllı ve ölçülü yönetimi, halkın yeniden devlete güven duymasını
sağladı. Hadrianus, ülkeye çoktan özlenen barış ve bolluğu geri getirmekte
başarılı oldu. 117’de imparator olan Hadrianus, Roma topraklarını baştan başa
denetleyerek, zayıf gördüğü yerleri surlarla güçlendirdi. 122’de İngiltere’ye kadar
gitti. Adanın kuzeydoğusunda İskoç saldırılarına karşın kendi adıyla anılan
Hadrianus Duvarı’nı yaptırdı. Onun başarısı sayesinde bir sonraki imparator
Antoninus Pius sanatsal etkinliklere zaman ayırabildi.138-161 arasında Pius
yönetiminde imparatorluk çok gelişti.
Marcus Aurelius’un öğrenmeye hevesli,
zeki ve akıllıbir gençolması Pius’un ilgisini çekti. Lucius Commodus adında
başkabir gençle birlikte onu evlat edindi. Amacı tahtını bu gençlere
bırakmaktı. MS 161’de ikisi birden tahta geçti. Lucius 169’da öldü ve Marcus
Aurelius tahtta tek başına kaldı.
Roma İnanç Sistemi: MÖ 7. yüzyılda, merkezi
İtalya’da ortaya çıkan Roma İmparatorluğu; farklı inançlara sahip çok sayıda
yerli kavimler, Anadolu’dan gelen Etrüskler ve Güney İtalya’daki eski Yunan sömürgesi
halklardan oluşmuştur. Roma Dini; başlangıçtaki yerli paganist geleneğine;
krallık, cumhuriyet ve imparatorluk dönemlerinde, sömürgeleştirilen
toplumların, putperestlik ritüel ve inançlarının da katılmasıyla, ortaya
çıkmıştır. Roma; Mısır, Mezopotamya, Hint, Anadolu, Helen(Yunan)
coğrafyalarının barındırdığı; İlk Çağ'ın putperest dinlerini, bu bölgeleri
işgal ettikçe, merkezi İtalya'ya taşımıştır.Yakın dönem araştırmaları, Roma
Dini'ne, Hint etkisini; Veda öğretisi ile olan benzerliğini ve Doğu’nun
putperest dinleri ile olan ilişkisini, açıkça ortaya koymuştur.
ROMA DİNİ'NİN BAŞLANGICI: GEÇİRDİĞİ
AŞAMALAR
Roma Dini'nin başlangıcı; büyünün en
önemli ritüel olduğu, dini kuralların oluşmadığı, sınırları belirsiz bir
dönemdir.
Yunan ve Anadolu etkisinden önceki bu
dönemde; Romalılar, olağan veya olağanüstü tabiat olaylarını ve bu olayların
arkasında "vehmettikleri gizli güçleri", tanrılar edinmişlerdir.
Romalıların bu dönemde; Helenler'de (Yunan'da) olduğu gibi; tanrı tasvirleri,
putları, tapınakları yoktu. Evlerinin ocaklarını, kilerlerini, koruları,
mağaraları, su kaynaklarını; tanrılarıyla "iletişim ve tapınma yeri"
olarak kullanıyorlardı. Roma Dini'nde bir sonraki aşama; ilkel kabile dini veya
Latium köylü dini olarak adlandırılan; aile içi din kültlerinin oluşumudur.
Aile içindeki bu düzen, Roma’nın kentleşmesi ile birlikte, bir sistem
oluşturmuş ve tarımsal kült oluşumu değişerek; devlet dininin temellerini
meydana getirmiştir. Aile içi soyut tanrılar, artık devletin koruyucu
tanrılarıdır. Aile içiyle sınırlı tapınma törenleri, Devlet'in resmi törenleri
haline gelmiştir. Roma Dini, Etrüsk Krallığı ve daha sonraki Cumhuriyet
döneminde; dışa açılmayla birlikte farklılaşmıştır. Böylece, geleneksel soyut
paganizm, müşahhas putperestliğe adım atmıştır.
SOYUT PAGANİZM: SOMUT PUTPERESTLİK
Bu başlangıç, soyut paganizm, Helen
tanrıcılığı ve mitolojisi, Hint, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu putperestliği
ile birleşerek, Roma Dini'ni oluşturdu. Senatörlerden oluşan din adamları
sınıfı, tapınaklar ve putlar da, böylece ortaya çıktı. Helen topraklarının, MÖ
146'da ele geçirilmesiyle; Yunan tanrıcılığı, felsefe ve kültürü, Roma’yı
etkilemiştir. Yunan putperestliği ve felsefesi, Roma elit tabakası ve halkı
arasında hızla yayılmıştır. Etrüsk döneminde, şehirlerde adlarına tapınaklar
kurulan, "Tinia, Uni, Menrva" üçlü tanrıları, daha sonra Yunan
tanrıları "Zeus, Hera, Athena" ile özdeşleşmiştir. Bunlar,
"Jüpiter, Juno, Minerva" olarak isimlendirilmiştir.
Diğer Yunan tanrıları;
Poseidon(Atlantis'in de baş tanrısı), Selena(ay tanrısı), Hades(yeraltı
tanrısı), Afrodit(aşk tanrısı) ve Ares(savaş tanrısı)dir. Bunların Roma'daki
karşılıkları; yani isimleri ise sırasıyla; Neptun, Luna, Pluton, Venüs ve
Mars'tır. Roma ordusunda görev alan bir subay, tapınağa gider. Rahib aracılığıyla,
yüzüne kan sürülerek, düşmanlarına karşı savaş tanrısı Mars'dan yardım ve lanet
diler. Roma ordusu, savaşlarda, Mars'a bağlılıklarını bildirerek; bu Mars
masklı şeytandan yardım ister, hep bir ağızdan haykırır.
Diğer Yunan tanrıları da, zamanla
farklı isimlerle, Roma putperestliğinde yerlerini almışlardır. Roma’nın
geleneksel cinsiyetsiz tanrıları, Yunan etkisi ile cinsiyet kazanmış; soyları,
aşk öyküleri, kavgaları olmuştur. Romalılar da, Yunanlılar gibi, önemli
gördükleri kişileri ve olayları kutsallaştırarak; tanrılarının sayısını
artırmışlardır. Roma’nın kuruluşu, kutsallaştırılmış; kurucusu Romulus’da
tanrılaştırılmıştır. Ayrıca Satürunus da, çiftçilerin tanrısı olarak bilinir.
Zamanla Roma Dini, tümüyle kurumsallaşmış ve devlet kontrolüne girmiştir. Bu
aşamadan sonra, işgal edilen ülkelerden getirilen tapınma kültleri, devlet
denetimine tabi olmuştur. Devlet dinine ve siyasetine uygun olmayan tapınma
kültleri, elenmiş ya da uygun hale getirilmiştir. Bu durum, bundan sonraki
dönemin, karakteristik bir özelliğidir.
Augustus(MÖ 27- MS 19), Roma Dini'nin,
kurumsallaşıp- resmileşmesinde önemli rol oynamıştır. Augustus, Hint-Avrupa
köklerinden gelen Roma geleneğine bağlı olmasına rağmen; kapıyı, paganist yeni
kültlere açık tutmuştur. Roma geleneklerini, Helenistik öğelerle
kaynaştırmıştır. Bu dönemde, din adamları, devlet tarafından seçilip,
görevlendirilmiş; dini kurumlar, Roma' ya; imparatora hizmetle, mükellef
tutulmuştur.
Genel olarak tüm doğu dinlerinde
görülen; imparator, kral veya firavunların ilahlaştırılması, Roma'da
Caesar(Sezar) ile başlamıştır. Sezar'dan sonraki imparator ve aileleri,
hayattayken tanrılaştırılmışlardır. Başlangıçta, putlara tapınan halk, daha
sonra bu kurumları kendi bünyesinde toplayan imparatora yönlendirilmiş ve
imparator da, putlaştırılmıştır. Devletin, din üzerindeki kontrolü ve baskısı,
zaman zaman artmıştır. İmparator Tiberius döneminde, Roma'da, Mısır ve Yahudi
dini yasaklanmış; bu dine girenlere, ağır cezalar verilmiştir.