Dinler Tarihi Antik Yunan ve Roma

Dinler Tarihi Antik Yunan ve Roma: Tarihsel Süreç
·        BAŞLANGIÇ: MÖ.8000 - 2000 Roma İmparatorluğu'ndan önceki dönemler Antik Yunan tarihi olarak değerlendirilir. Yunanistan’da en eski çağlara ait ilk kanıtlar, Orta Taş Çağı olarak bilinen Mezolitik Çağ içerisinde, M.Ö. 7250 yıllarına ait Argolid Bölgesi’ndeki Franchthi Mağarası’nda bulunmuştur.  M.Ö. 7000 – M.Ö. 3000 yılları yani Neolitik Çağ ( Cilalı Taş Devri )  içerisinde Yunanistan’da hareketlenmeler gözlenmiştir. M.Ö 2000 lerde büyük uygarlık izlerine Minoslar ile rastlanır. Minosların yıkılışından sonra bazı tarihçiler MÖ 1500 lerde başlayıp M.Ö 1150 yılında yıkılan, Yunanca konuşan Miken uygarlığını da Yunan tarihi içerisinde değerlendirirler. Buna rağmen birçoğu ise Miken uygarlığını etkilemiş olan Girit Uygarlığı'nın daha sonraki Yunan kültürlerinden çok farklı olduğunu öne sürerek sınıflandırmayı ayrı yaparlar.

·         MİKEN ve MİNOS UYGARLIĞI: MÖ 3000- 1200
M.Ö. 3000 ortalarından M.Ö. 1200 yıllarına kadar Girit’te bir uygarlık bulunuyordu. Girit Uygarlığı ya da Minos Uygarlığı, Tunç Çağı'nda Yunanistan'a bağlı olan, Ege Denizi içindeki Girit Adası'nda, MÖ yaklaşık 3.500'lerde doğmuş bir uygarlıktır. Minos Uygarlığı, MÖ 2700 ile MÖ 1450 yılları arasında en parlak dönemlerini yaşadı ve yavaş yavaş eski gücünü yitirmesinin ardından Girit üzerinde Miken kültürü baskınlaşmaya başladı. Bu kültür M.Ö. II. binde özellikle Ege Bölgesi ve Boğazlar yoluyla Karadeniz’le, Balkanlar yoluyla Avrupa’yla, Anadolu yoluyla da Ön Asya ile ilişkideydi. Girit’in diğer kültürlerle ilişkisi ticari amaçlıydı. Girit’te M.Ö. 1400’lerden itibaren dışarıdan gelen istilalar sonucu bir gerileme görüldü. Akaların Girit’i istilası 300 yıl sürdü daha sonra Dorların göçleri başladı. Giritteki kültürün sona ermeye başladığı M.Ö 1500’lerde Peleponnes kıyısında Argos’ta Miken kültürü ortaya çıktı. Miken’de şehir devletleri tarafından idare edilen savaşçı bir toplum yaşıyordu. Miken kültürü Girit’tekilerden farklıdır ama bu kültürün etkilerini taşır. Önce Girit sonra Miken kültürleri yayılarak önem kazanıyordu ama Yunan Tarihi ile bu kültürler arasında neredeyse hiç bağlantı yoktur. M.Ö. 13.yy’dan 8.yy’a kadar geçen dönemde Girit ve Miken izleri yok oldu. Dorlar kuzeyden güneye ilerleyip her şeyi kendi egemenlikleri altına alarak Aka ve Miken sülalelerinin izlerini yok ettiler. Akalar ve İyonlar Ege Denizi’ni geçerek Anadolu kıyılarına kaçtılar ve burada kıyı boyunca yerleşerek yeni İyon kentleri kurdular. Mikenlerin deniz üzerinden Kıbrıs ile Güney Anadolu’dan Doğu Akdeniz kıyılarına kadar ulaştıkları buralarda ortaya çıkan Miken buluntularıyla belgelenmiştir.



·        YUNAN ORTA ÇAĞI: MÖ 1000- 700
M.Ö. 1000 ile 700 arası Yunan Ortaçağı’dır. Bu dönemde Dorlar Yunanistan’da Aka Uygarlığının yıkıntıları üzerine şehir devletleri kurdular. Eski kabile teşkilatının yerini çok daha gelişmiş siyasal ve sosyal teşkilata sahip şehir devletleri aldı. Yine bu dönemde halk sınıflara ayrıldı, aristokrasi ortaya çıktı ve şehir devletlerini idare eden krallar aristokratlar tarafından devrildiler (2). Yunan Ortaçağı’nın sonlarına doğru Akdeniz ve Karadeniz etrafında tarımsal ve ekonomik ihtiyaçları karşılamak için koloniler kuruldu. Daha önceden Girit,Ege Adaları,Batı ve Güneybatı Anadolu kıyıları Yunanlılar tarafından işgal edildiğinden kolonileri daha uzak ülkelere kurdular. Yunanlılar ilk zamanlarda ırklarını korumaya çalıştılar daha sonraki yıllarda yerlilerle ilişkileri artınca onlarla karıştılar. Koloniler sayesinde Yunan ticareti geniş bir alana yayıldı ve sanayi gelişti.

·       YUNAN ARKAİK ÇAĞI M.Ö 1100-700 Yunan Ortaçağı’ndan sonra M.Ö. 7. ve 6.yüzyıllar Arkaik Çağ diye adlandırılır. Bu çağda Yunanistan’da en önemli şehir Atina’dır. Attika halkı sosyal ve ekonomik yönden üç gruba ayrılır. Büyük çiftlik sahipleri, tüccarlar ve sanayiciler ve küçük toprak sahibi köylüler. Gittikçe köylü toprakları elden çıktı ve Attika birkaç zenginin eline geçti. M.Ö. 594-593 yıllarında hükümetin başına geçen Solon’un sosyal, siyasal ve ekonomik reformları ihtiyaçları karşılıyordu. Bu dönemde oluşturulan devlet teşkilatı Atina’da yüzyıllarca yaşadı. Solon’dan sonraki yıllarda Peisistratos’un tiranlığı Atina’nın en parlak çağlarından biriydi. Peisistratos aristokrat sınıfı zayıflatıp, köylüyü korudu. Döneminde ticaret gelişti. Atina Solon’un reformları ve Peisistratos’un iç ve dış siyaseti sayesinde büyük gelişme gösterdi. Arkaik dönemde ünü doğuya yayılan diğer güçlü şehir olan Sparta 6. yüzyılın son yarısında Peleponnes birliğini kurdu. Bu birlik gerektiği zaman toplanırdı. Her şehir devleti bir oya sahipti. Sparta’da askeri güç ve polis teşkilatına dayanan bir baskı politikası uygulanıyordu.

·         Antik Yunan’dan Romaya (MÖ 600–37)
Yunan Tarihinin Klasik Çağı olan 5.yüzyılda İran yaylasından Anadolu’da Kızılırmak’a kadar uzanan Pers Krallığı’nın İyonya’ya saldırıları görülüyordu. Lidya Kralı Kroisos ile yaptıkları savaşta kralı esir alıp Lidya Krallığı’nı yıktılar. Lidya Anadolu’nun Batı kıyılarındaki Yunan şehirleri ile birlikte Pers Devletine katıldı. Perslerin idare merkezleri Sardes ve Daskileion’du ve İyonya şehirleri de bu satraplıklara bağlandı. Perslerin İyonya’yı işgaliyle İyonya’da başta Miletos olmak üzere ayaklanma baş gösterdi. İyonyalılar Sardes’e kadar yürüyüp daha sonra Efesos’a kadar çekildiler. Atina İyonya’ya yardım gönderdi. İyonya ihtilaline sonraları Kayra,Likya ve Kıbrıs şehirleri de katıldı ve isyan hareketi yayıldı. “Persler ayaklanmayı bastırdıktan sonra M.Ö. 493’te Kios, Lesbos ve Tenedos adalarını ellerine geçirdiler. Pek çok kenti daha işgal ederek isyana katılan kentleri tahrip ettiler. Ayaklanmaya katılmayan Efesos ve Symria gibi kentler dışında yıkım ve cezadan yalnızca Kyzikos kurtuldu”

Darius 490 yılında İyonya ihtilaline 20 gemilik bir kuvvet gönderen Atina ile 5 gemi gönderen Eretria’yı cezalandırmak için Pers donanmasını önce İyonya’ya oradan da adalara sefere gönderdi. Eretria ele geçtikten sonra Attika bölgesinin doğu kıyılarında Marathon Ovası’na çıkartma yapıldı. Buradaki savaşı Atinalılar kazandı

Marathon savaşını Atinalıların kazanması Darius’u kızdırdı ve Yunanistan’a savaş açma kararı aldı. Darius’un ölümünü izleyen yılda 483’te Kserkes’in ordusu Yunanistan’a sefere çıktı. Orduda Hintliler, Doğulu Habeşler, Araplar, Lidyalılar, Bitinyalılar bulunuyordu. 1207 parçalık donanmada pek çok ulusun yardımıyla oluşturuldu

Pers kara ordusu Trakya ve Makedonya üzerinden Kuzey Yunanistan Teselya’ya ve oradan Thermophia geçidine hiçbir direnişle karşılaşmadan vardı. Donanma denizden orduya eşlik ediyordu. Yunan donanması Persleri Artemision Burnu’nda yendi. Pers ordusu karada savunmayı püskürtünce Yunan gemileri Attika bölgesini korumak için güneye çekildiler. Persler Atina’ya girip Akropol’ü ele geçirdi ve kenti yakıp yıktılar. M.Ö. 480’de Yunan donanması bozguna uğratılınca Kserkes Atina’yı terk etti. Ertesi yıl Atina tekrar yıkıma uğradı fakat Plataia ovasındaki savaşı Yunanlılar kazandı. Bu zaferden sonra Persleri Anadolu içlerine sürerek Ege denizinden çıkartmaya çalıştılar. Daha sonraki yıllarda Atina Pers tehlikesine karşı Attika-Delos Deniz Birliği adlı siyasal bir birlik kuruldu. M.Ö. 431-404 yılları arasında Yunanlıları iki büyük cepheye bölen Peleponnes savaşı Atinalılar ve Spartalılar arasında oldu. “413’te Sicilya seferi Atina için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. 407 yılında Perslerle Spartalıların işbirliğinden dolayı Atinalı komutan Alkibiades 100 gemilik donanmayla Efesos limanına geçti. Gemiler burada bozguna uğratılıp komutan Persler tarafından öldürüldü

Peleponnes savaşından sonra M.Ö. 4.yüzyılda Persler Spartalılara yardımları karşılığında Anadolu kıyılarını egemenlikleri altına aldılar. Anadolu şehirleri Perslerin öç almasından korkarak Sparta’dan yardım istediler. Spartalılar bir ordu göndererek Perslere savaş ilan ettiler. M.Ö. 400’de savaşın sonunda Anadolu’daki Yunan şehirleri Perslere bırakıldı.

M.Ö. 4.yy kuzeyde bulunan Makedonyalılar Yunanlıları Perslere karşı savaşa davet ettiler. Makedonya kralı Filip’in bu teklifiyle savaş açıldı ama 330’daki ölümü üzerine oğlu İskender onun projesini gerçekleştirdi. Hellenistik Devir olarak adlandırılan bu dönemde İskender Trakya’ya,Asya’ya ve Hindistan’a seferler düzenledi ve Anadolu, Doğu Akdeniz, Doğu İran ve Orta Asya ülkelerini zaptetti. Fethettiği ülkelerde kurduğu şehirler Yunan kültürünü etrafa yayan merkezler oldu. M.Ö. 323’te ölümünden sonra İskender’in devleti krallıklara bölündü. M.Ö. 275’te Batı Yunanlılar Romalıların egemenliğine geçti. M.Ö 279’da Kelt akınlarına karşın Orta Yunan şehir devletleri birleşti ve Keltlere karşı zafer kazandı. M.Ö. 3.yüzyıl sonlarında ve 2.yüzyılda Romalılar ile Makedonyalılar arasındaki savaşlardan sonra Romalılar Makedonya, Yunanistan ve diğer Helenistik şehirleri egemenlikleri altına aldılar.

·        Helenistik Dönem ( Helenizim) : (MÖ 330–37)
Helenistik Dönem, Büyük İskender'in istilalarıyla başlayan Antik Dünya'da Grek etkisinin doruğa ulaştığı dönemdir. Helenistik Dönem, Klasik Grek Dönemini izlemiştir ve Helenistik Dönem'in ardından, Klasik Grek egemenliğindeki bölge Roma Cumhuriyeti hakimiyetine geçmiştir. Bu dönemde dahi Klasik Grek kültürü (din, sanat ve yazın olarak) halen Roma hakimiyetine sızmaktadır. Öyle ki Latince'nin yanı sıra Grekçe konuşulmaya ve yazılmaya devam edildi. Helenistik Dönem bazen, Klasik Grek Uygarlığı'nın gerileme ve çöküş dönemi olarak görülmektedir. Bir başka açıdan da Klasik Grek Uygarlığı ile Roma Uygarlığı arasında bir geçiş dönemi olarak görülür. Dönemin başlangıcı çoğu kez Büyük İskender'in ölüm tarihi olan MÖ 323 olarak alınır. Dönemin sonu ise Yunanistan Yarımadası'nın Roma Cumhuriyeti tarafından işgal edildiği MÖ 146 olarak kabul edilir. Bazı tarihçiler ise Büyük İskender'in imparatorluğu'ndan kalan son devlet olan Ptolemaios Hanedanlığı'nın Aktium Savaşı'nda yenilgiye uğrayıp yıkıldığı tarih olan MÖ 31-30 tarihini Dönem'in sonu olarak kabul ederler

Büyük İskender’in izlediği politikaların ilk amacı imparatorluk topraklarında kentler kurmak ya da var olan kentleri yeniden düzenlemekti. Bu kentlerin farklı bölgelerdeki yönetsel merkezler olması amaçlanmıştı ve Grek yerleşimciler bu kentlere gelecekti. Gerçekte birçoğu İskender’in seferine katılan askerleri tarafından iskan edildi. Kuşkusuz bu kentler Grek kültürünün imparatorluk topraklarına yayılmasını sağlamıştır. Fakat asıl amaç, imparatorluk sınırları içindeki halklar üzerinde kontrol sağlamaktı, Grek kültürünün yayılması gibi bir amaç çok daha geri plandaydı. Romalı tarihçi Arrian, Baktriya’da kurulan kentin, yerli halkın uygarlaştırılması anlamına geldiğini ifade etmektedir. Fakat bu “uygarlaştırma”, bölge halkı üzerinde hakimiyet kurmanın bir tarzı olarak da görülebilir. Öte yandan kuşkusuz kentlerde birer garnizon kurulacaktır ve böylelikle kent çevresindeki belirli genişlikteki bir bölge askeri olarak kontrol altında tutulacaktır.

İkinci olarak Büyük İskender evlilik bağlarıyla bağlı Pers ve Grek seçkinlerden oluşan bir egemen sınıf oluşturmak çabası içinde olmuştur. Esasen Grek unsurların ülke tarihinde kökleri yoktu. Pers kökenlilerle karma bir egemen sınıf bu handikabı giderecekti. Bununla birlikte kritik mevkiler için daha çok Greklere dayanmıştır. Hindistan’dan döndükten sonra birçok Pers satrap tasfiye edilmiştir. Diğer yandan Pers hükümdarlık geleneklerini kısmen de olsa benimseyerek iki kültür arasında bir melezleme yapmaya çalışıldı. Örnek olarak Pers saray giyimi, tören uygulamaları, saygı sunma tarzları benimsendi ve bazı saray görevlileri işlerine devam ettiler. Bu girişimler muhtemelen “Büyük Kral” olarak İskender’e karşı iki tarafın tutumunu birleştirmeyi amaçlıyordu. Ancak bütün bunlar Makedonyalılar tarafından için için olumsuz karşılandı. İskender, Pers soylularının bağlılığına Makedon subaylarınınkinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Bu şekilde Persleri dışlamamak için melez bir saray kültürü yaratılmış olmalı. Diğer taraftan İskender’in bir Baktriya prensesi ile evlenmesi ve ondan bir çocuk sahibi olması, hem Asyalıların hem de Greklerin boyun eğeceği bir hanedanlık yaratma girişimi olarak görülebilir.

·       Roma Dönemi MÖ.30
Ptolemaios Hanedanından Kleopatra ile Marcus Antonius komutasındaki Mısır donanmasının Caesar Divi Filius Augustus komutasındaki Roma donanmasına yenildiği Aktium Savaşı ardından Mısır, MÖ 30 yılında Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti oldu


ANTİK YUNAN VE ROMA DİNİ TARİHİ
Yaradılış Dini Köken:
Antik Yunan didaktik şiirinin babası ve ozanı olarak anılan Hesiodos’a göre; yaratıcının evrene şekil vermesi, Kosmos da yerleşecek ilk ırk olan Titanları yaratması ile başlar. Kronos ve Rhea’dan doğan Zeus Olimpos’a yerleşir. Zeus Tanrıça Hera (Kız kardeşi ve evlilik tanrıçası) ile evli olmasına rağmen tanrıçalar, periler ve ölümlü birçok kadınla olan ilişkileri ile yeryüzü Zeus’un çocuk bolluğu yaşanan cennetine döner. Antik Yunan Mitolojisi aslında kendi içine düştüğü bu kaosun kurbanıdır. Kendi içinde bu hikayenin çok farklı çeşitleri mevcuttur ve hangisinin doğru olduğu konusu kendi aralarında da her zaman tartışmalıdır.
Zeus’un tanrısal nitelikli çocukları yeryüzünde insanlığı etkileyecek birçok düşünce ve fikir akımının nedeni olmuştur. Antik Yunan mitleri, diğer toplumların mitlerinde olduğu gibi insana ait tüm duygu ve düşünceleri bu tanrı ve tanrıçalara atfetmiştir. Efsanelerin çeşitlenmesi yoluyla o kadar çok tanrı, tanrıça ve çocuk meydana gelmiştir ki5 bu soy kütüğünü kesin ve net bir biçimde ortaya koymak son derece güçtür.6 Bu tanrı ve tanrıça bolluğu aslında bir o kadar da düşünce ve fikir çeşitliliği demektir.
Roma Tanrı ve Tanrıçaları Antik Yunan efsanelerinden uyarlanmıştır. İsimleri farklı fakat hemen hemen aynı karakteristiğe sahiptirler. Antik Yunan da baş tanrı Kronos, Roma da Jupiter’dir. Tanrıça ise Hera’dır.2 Yunan mitolojisi yüzlerce tanrı ve tanrıçası ile çok zengin bir mitolojik geçmişe sahiptir. Batı kültürünün ortaya koyduğu birçok sanat dalında hala bu geçmişin birikmiş efsaneleri işlenir ve kullanılır.
Giritliler tanrıçalara taparlardı. Bazı erkek tanrıların da olduğu yönünde birkaç kanıt olmasına rağmen heykel ve fresklerde betimlenen tanrıçaların sayısı erkek bir tanrı olarak nitelendirilebilecek her şeyden daha çoktur. Bazı tarihçi ve arkeologlar bulunan bu dişi figürlerin ibadet eden kişiler ya da bir ayin yönetmekte olan rahiplere olduğunu düşünse de bir ana bereket tanrıçasının, doğa ananın, şehir, ev, hasat ve toplum gözünde önemli görülen pek çok şeyin koruyucusu olan tanrıçalarının ve yer altını yönetenlerin varlıklarına ilişkin pek çok kanıt sunulmaktadır. Bazı araştırmacılar ise tüm bunların yalnızca tek bir tanrıçanın varlığına ait olduğunu düşünmektedir.
Arkeolog Walter Burkert, Girit dini ile ilgili olguların Etrüsklerin, Antik Yunanların, Roma ve hatta Hellenistik dönemdeki toplumların bile yaşamlarındaki olgularla benzerliklerin bulunabileceğini söylemiştir. Giritliler dinlerin içeriğini, dinlerinin gerekleri ve taptıkları varlıkların adlarını yazıya geçirmemişlerdir. Yüzyıllar boyunca sözlü olarak aktarılan bilgiler sonucunda çok daha yetersiz bilgi kalmıştır. Yunan mitolojisinde de Girit dönemine ait birkaç ad bulunmaktadır.





Helenistik (Helenizm) Felsefe Nedir?
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad. Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla;
Akademi, (Akademi adı, Atina yakınlarındaki Akademeia adlı bir zeytinlikten gelir. Bu zeytinlikte Eski Yunan düşünür Platon, matematik, doğa bilimleri ve yönetim biçimi gibi çeşitli konularda öğrencilerine ders veriyordu. Eflatun (Platon)'un MÖ 4. yüzyılda ders verdiği bu okul, tarihteki ilk akademi olarak kabul edilir.)
Peripatetik okul, (Yunan filozof Aristo'nun öğretilerinden yola çıkan yorumculara verilen bir sıfat)
Epikürosçu (Epikür bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Ona göre insan, tabiatı itibarıyla acıdan, üzüntüden, kaygıdan kaçıp neşe ve haz peşinde koşar. Bu yüzden bireyin temel amacı da mutluluk ve hazza ulaşmaktır. Fakat bu mutluluk ve haz materyalist özellikler taşır; maddi hazlar önemlidir. Bununla birlikte insan dinsel kaygı ve sınırlamalardan uzak durmalıdır. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir: insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Epikür, insan mutluluğu dışında antik Yunan felsefesinin soyut tartışmalarıyla ilgilenmemiştir.)
ve
Stoacı okuldur. (Stoacılar için insanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya uygun yaşamak gerekir. Dolayısıyla doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. "Mutluluk, dış koşullara bağlı olmamalıdır," önermesini dile getirmişlerdir.)
Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziği­ni Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır. Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden bek­lediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadı­ğımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.
Ek Bilgiler
Büyük İskender'in egemenliğiyle özgür ve bağımsız Yunan kent devletinin gücü gerçekten tarihe karışmıştı. Onun ve siyasi güç için birbirleriyle dövüşen ardıllarının egemenlikleri sırasında Yunan kentlerinin ellerindeki özgürlük ancak sözde egemenlikti ya da en azından her şeyin üzerinde duran egemenin iyi niyetine bağımlıydı.
İşte bu yeni siyasi durum, kaçınılmaz olarak, felsefede de bir etki yarattı. Hem Platon hem de Aristoteles Yunan kentinin insanlarıydılar. Ve onlar için birey; kentten ve kentin yaşamından ayrı düşünülemezdi. Birey kentte amacına ulaşır ve yaşamını iyi sürdürürdü. Ama özgür kent daha büyük bir kozmopolitan bütüne kaynaştığı zaman, yalnızca Stoacılıkta gördüğümüz gibi, dünya vatandaşlığı ideali ile kozmopolitanizmin değil, fakat bunun yanı sıra bireyciliğin de öne çıkması doğal olabilirdi. Gerçekte bu iki öge, kozmopolitanlık ve bireycilik, sıkı sıkıya birbirlerine bağlıydılar. Çünkü kent devletinin Platon ve Aristoteles'in düşündükleri gibi sıkı ve her şeyi kucaklayan yaşamı çöktüğü ve yurttaşlar daha büyük bir bütüne kaynaştıkları zaman, birey kaçınılmaz olarak başı boş kaldı, kent-devletindeki bağlarından koptu. Böylece kozmopolitan bir toplumda felsefeden beklenebilecek tek şey ilgisini bireyde yoğunlaştırması onun yaşamda kılavuzluk istemine karşılaştırmaya çalışması olacaktı. Çünkü bu yaşam artık göreli olarak küçük bir kent ailesinde değil ama büyük bir toplumda yaşanıyor, ve buna göre felsefe başat olarak törel ve kılgısal eğilimler sergiliyordu. -Stoacılık ve Epikürcülükte olduğu gibi. Metafiziksel ve ruhsal kurgu düşme eğilimine girdi, kendileri uğruna değil ama ancak törebilim için bir temel ve hazırlık sağlamaları işleminde birer ilgi nesnesi oldular. Törel alan üzerinde bu yoğunlaşma yeni okulların metafiziksel kavramlarını kendi başlarına yeni kurgular üretmeye girişmeksizin niçin başka düşünürlerden ödünç almış olduklarını anlamayı kolaylaştırır. Gerçekten de bu bakımdan geriye ön-Sokratiklere döndüler-. Stoacılık Herakleitos'un fiziğine ve Epikürcülük ve Demokritos'un atomculuğuna başvuruyordu. Bundan da ötesi, Aristoteles-sonrası Okullar en azından belli bir düzeyde giderek törel düşünce ve eğilimleri ve eğilimleri için bile Ön-Sokratiklere döndüler, Stoacılar Kynik törebilimden ve Epikürcüler Kraniklerden ödünç aldılar.

Bu törel ve kılgısal ilgi, Roma döneminde Aristoteles-sonrası okulların gelişiminde özellikle belirgindir. Çünkü Romalılar ve Yunanlılar gibi kurgul ve metafiziksel yanları güçlü düşünürler değil, tersine karşılıklı olarak kılgıya yönelik insanlardı. Eski Romalılar karakter üzerinde diretiyorlardı -kurgu onlara biraz yabancı idi- ve Roma İmparatorluğunda, cumhuriyetin önceki idealleri ve gelenekleri söndüğü zaman, bireye çalkantılı bir toplumsal süreç içerisinde yaşamını doğru olarak yönlendirmesini ve belli bir tinsel ve ahlaksal bağımsızlık üzerine dayanan bir ilke ve eylem tutarlılığını sürdürmesini sağlayabilecek davranış kurallarını sağlama görevi sözcüğün tam anlamıyla felsefecilere düşüyordu. Nietzsche, Hellenistik ve diğer Yunan felsefesi hakkında şu yorumu yapar:
"Yunanlılar, gerçekten sağlam bir millet olarak, felsefe yapmakla, bütün başka milletlerden çok daha büyük ölçüde felsefeyi meşru kıldılar. Ama vaktinde duramadılar, çünkü kuru ihtiyarlık çağlarında felsefeden, sadece hristiyan doğmatiğinin sofuca akıl oyunlarını ve pek kutsal kılı kırk yarmalarını anlamakla beraber, kendilerini felsefenin ateşli taraftarları olarak gösterdiler.
"Vaktinde duramadıklarından ötürüdür ki, kendilerinden sonra gelen barbar aleme gördükleri hizmeti kendi elleriyle ufalttılar."
Aristoteles'ten sonra Hellenistik felsefe, iki doğrultuda gelişmiştir. Bir yandan bir ahlak felsefesi, öbür yandan da pozitif bilimler üzerinde bilgince bir araştırma olmuştur. Platon ve Aristoteles'in okulları da (Akademia ile Lykeion) bu gelişmeye ayak uydurmuştur.
Roma imparatorluğunun Tarihi - Roma Tarihinin Dönemleri
Bugünkü İtalya’nın Latium bölgesinde, Tiber Irmağı’na bakan tepelerde kurulmuş birkaç köyden oluşan eski Roma, sonradan dünyanın en büüyk imparatorluklarından birinin merkezi oldu. Romalılar tarihte pek çok ülkenin dilini, edebiyatını, yasalarını, yönetim biçimini ve mimarlığını etkiledi.
Roma Tarihinin Dönemleri
a.Krallık Öncesi Dönem (İ.Ö. 753 öncesi)
b.Krallık Dönemi (İ.Ö. 753 - 509 arası)
c.Cumhuriyet Dönemi (İ.Ö. 509 - 27 arası)
d. İmparatorluk dönemi (İ.Ö. 27– I.S. 476 arası)
Krallık Öncesi Dönem: İtalya’da eskitaş çağından beri yaşayan insan toplulukları vardı. İ.Ö. 3000’lerde, yenitaş çağına geçmiş Akdeniz asıllı halklar görülür..İtalya’ya 1200yıllarında gelen kabileler İtalikler’dir. İtalikler’in yerli halkla karışmalarından "Latinler"(ovalılar) denen halk doğmuş. İtalya’ya Anadolu’dan gelen, Romalı ozan Vegilius’un Aeneas destanında anlatılan Etrüskler’in, denizcilikte usta bir halk olduğu anlaşılıyor. Etrüksler, İtalya’da tarımcı köy toplulukları halinde yaşayan Latinler üzerinde kurdukları egemenlikle, toplumsal farklılaşmaya uğramış toplumların,dolayısıyla uygarlığın orataya çıkmasına yol açmıştır.
Bu olaydan yüzyıl kadar sonra bazı Latin köyleri birer kent duruma geçmişler. Bu kent toplumlarında şarap, zeytinyağı ve maden işletmeciliği, Kartaca , Fenike ve Ege adaları ile ticaret ilişkileri görülür. Siyasi örgütleniş “civitas” denen bağımsız kent devletleri biçimindedir. Kent devletleri önceleri seçimle iş başına gelen ve aynı zamanda en yüsek komutan, yargıç,din adamı olan krallarca yönetilirdi. Zamanla monarşilerin yerini aristokrasiler alır.
 Krallık Dönemi: Efsaneye göre, Roma’yı Romus ve Romulus kardeşler kurmuştur. Eskiçağ tarihçileri, Roma krallığının başlangıcı olarak I.Ö. 753’ü verirler. Etrüksler, üzerinde egemenlik kurdukları Latin köylerini birleştirip Roma kentini kurarken, yerli halkı kentin kurulmasında zorla çalıştırmışlar. Bu durum iki toplumun arasını açmış. Latin halkın zamanla güçlenen aristokratları, bir buçuk yüzyıl sonra ayaklanarak I.Ö. 509’da Etrüks kralını kovmuşlar.
Romus ve Romulus: Bir efsaneye göre Roma kenti MÖ 753’te Romus ve Romulus tarafından kurulmuştur. Bu efsaneye göre Romulus Roma’nın kurucusu, Romus ise onun ikiz kardeşidir. Eski İtalyan kentlerinden Alba Longa’nın Numitor adında bi kralı vardır. Numitor’un tahtına göz diken kardeşi Amulius onu devirir ve tahtını güvenceye almak için, Numitor’un kızı Rhea Silvia’ya hiç evlenmeyeceğine ilişkin yemin ettirir. Evlenirse, doğacak çocukları tahta sahip çıkacağından korkmaktadır. Oysa savaş tanrısı Mars, Rhea’ya aşık olur. Rhea’nın Mars’tan ikiz oğulları dünyaya gelir. Rhea’nın oğullarının büyüyüp kendisini tahtından edecekleri kaygısıyla, Amulius bebekleri bir sandığın içinde Tiber Irmağı’na attırır. Taşan ırmağın suları alçalınca ikizlerin içinde bulunduğu sandık kıyıya vurur. Onları bulan dişi kurt, sütüyle besleyerek büyütür. Kurt gibi, Mars’ın kutsal saydığı hayvanlardan olan ağaçkakan da çocuklara yiyecek taşır. Daha sonra ikizleri bulan kralın çobanı Faustulus onları karısına götürür. Çobanla karısı Romus ve Romulus adlarını verdikleri çocukları öz çocuklarıymış gibi büyütürler. Her ikisi de gözünü budaktan sakınmayan, güçlü ve yiğit delikanlılar olur ve serüvenci birçoban çetesinin başına geçerler. Bir gün Romus yakalanır, cezalandırılmak üzere Numitor’un huzuruna çıkarılır. Delikanlının hiç çobana benzemediğini gören Numitor, onu sorguya çeker ve çok geçmeden kim olduğunu anlar. Amulius’a baş kaldıran Romus ve Romulus onu öldürüp krallığı büyükbabaları Numitor’a geri verirler. Bir kent kurmaya karar veren Romus ve Romulus, dişi kurdun onları emzirip büyüttüğü yeri seçerler. Romulus, Palatium (günümüzde Palatino) Tepesi’nin çevresine bir duvar örmeye başlar. Romus yaptığı duvarın çok alçak olduğunu ileri sürerek kardeşiyle alay eder ve kanıtlamak için üzerinden atlar. Öfkesine yenik düşen Romulus, Romus’u öldürür.
Bir başka efsaneye göre ise iki kardeş ikiz oldukları için kentin başına kimin geçeceğine karar vermek amacıyla kehanetlere başvururlar. İkisi de birer tepeye çıkar ve gelecek kehanetleri beklemeye başlarlar. İlk kehanet Romus’a gelir: 6 tane akbaba görmüştür. İkinci olarak Romulus’a kehanet gelir: 12 akbaba görmüştür. Romus ilk kendisinin kehaneti gördüğünü öne sürerek başa geçmek ister, fakat Romulus kendisinin daha çok akbaba gördüğünü ileri sürer ve o da başa geçmek ister. Böylece iki kardeşin arasında bir tartışma olur, Romulus Romus’u öldürür ve başa geçer. Romulus, kendi adından esinlenerek “Roma” adını verdiği yeni kentin yapımını sürdürür. Kendisine sığınan kanun kaçaklarını, Capitolium (günümüzde Capitolino) Tepesi’ne yerleştirir. Ne var ki, aralarında hiç kadın yoktur. Romulus, bi İtalyan kabilesi olan Sabinler’in kadınlarını kaçırmak için hileye başvurur. Bir şenlik düzenleyerek Sabinler’i çağırır. Erkekler eğlenceye dalınca, Romulus’un adamları Sabinli kadınları kaçırır. Öfkeden deliye dönen Sabinli erkekler, kralları Titus Tatius’un önderliğinde Romulus’la savaşırlar. Ama Romalı eşlerinden hoşlanmaya başlayan Sabinli kadınlar araya girerek barışı sağlar. Titus Tatius, bir savaşta ölene kadar, Romulus’la birlikte iki halkı da yönetir. Yaşamının geri kalan döneminde tek başına hüküm süren ve hem savaşta, hem de barışta büyük bir önder olduğunu kanıtlayan Romulus, günün birinde şiddetli bir fırtına sırasında yok olur. Romalılar onun tanrıya dönüşerek gökyüzüne yükseldiğine inanırlar, Quirinus adıyla ona taparlar. MS IV. yüzyılda ortaya çıktığı düşünülen bu efsanenin Roma kentinin adını ve bazı gelenekleri açıklamak için bir Yunan öyküsünden esinlenilerek yaratılmış olduğu sanılmaktadır.

 Cumhuriyet Dönemi: Etrüks kralını kovarak yönetimi el geçiren, kendilerine Patricii(babalar) denen Latin aristokratları, Etrüks karallık kurumuna duydukları düşmanlıktan dolayı, krallık düzenini yıkıp, cumhuriyeti kurmuşlar. Batı dillerinde cumhuriyet anlamına gelen “republic” Latince’de “halk için” anlamına gelen “Res publica”den gelmektedir.Res publica zamanla, toplumun tek kişi tarafından değil meclislerce yönetilmesi anlamını kazanmıştır. Bir yönetime cumhuriyet denilmesi için meclislerin halk meclisi olması zorunlu değildir. Gerçekten, Roma Cumhuriyeti de “aristokratik bir cumhuriyer”tir. Nüfusunun %10’nu oluşturan patriciler iyi örgütlenmiş büyük toprak sahipleri sınıfıydı ve tam vatandaşlık haklarına sahiptiler. Nüfusunun %90’nı oluşturan sınırlı vatandaşlık hakları tanıdıkları plebler üzerinde aristokratik bir cumhuriyet yönetimi kurmuşlardı.
Plebler sınıfı da yoksul ve zengin plebler olarak ikiye ayrılır. Zengin plebler bir kentsoylular sınıfını oluştururken, pleblerin yoksullaşan kesimi Rıma proletaryasını oluşturacaktık. Latimce’de “proles” çocuk demektir. Vatandaşları zenginliklerine göre ordunun birliklerine almak ve öteki vatandaş haklarıyla ve görevleriyle ilgili düzenlemeleri yapmak amacıyla, Roma vatandaşları çeşitli server sınıflarına ayrılırlarken, ploterya adı, vatandaşların çocuklarından başka servertleri olmayan yoksul kesimini belirtmek için kullanılmıştı.
Roma toplumunun cumhuriyet dönemindeki bu sınıfları dışında ileride imparatorluk döneminde, plenblerin orduya süvari olarak atlarıyla katılan üst tabakalılaradan oluşan bir “atlılar” sınıfı ortaya çıkacaktır. Zenginleşen plebler patricileri zorlayarak siyasal haklarını genişletip memur olmaya başlayınca, patrici üyeleriyle evlenmelerini önleyen yasaları da kaldırtmışlar. Böylece patrici üyeleriyle zengin pleblerin karışmalarından doğan bu sınıfa, iyiler anlmaına gelen “optimates” denecektir. Buna karşılık zengin olmayan halk sınıfına “populares” denmeye başlanacaktır. Daha önceleri patriciler ile plebler arasında olan sınıf ve iktidar kavgaları, cumhuriyetin sonlarına doğru ve imparatorluk döneminde optimates ve populares sınıfları arasında sürecektir.
Roma’da cumhuriyet döneminin tarihi, dışta Roma’nın gelişmesinin, içte sınıf kavgalarının tarihi olmuştur. Roma kent devleti güçlenirken, Romalılar Sicilya’da ve Kartaca’da kölelerin ya da serflerin çalıştırıldıkları büyük topraklarda kapitalist yöntemlerle, pazara dönük, karlı tarımsal üretmin yapıldığına tanık oldular. Roma toprak ağaları, “latifundia” denen çiftliklerde yapılan bu yönetim biçimini benimsediler. Bu, bir yandan sınıf çatışmalarına yol açarken, öte yandan Roma’yı geniş toprakları olan bir kara imparatorluğu durumuna getirme yolunda sonuçlar doğurdu. Roma, Atina’dan çok daha büyük çapta köle emeğine dayanan bir toplumdu.
İç gelişmeler alanında Roma plebleri, patrici sınıfyla savaşımlarında adım adım ilerleyerek, Roma’nın yönetiminde gittikçe daha fazla söz sahibi olabilmeyi başardılar. Önce patricilerin "Senato"suna karşlık kendi "Pleb Meclsini" kurdular. Patricilerdenn istedikleri hakları alamayınca “öyleyse kendi başınızın çaresine bakın” diyerek, Roma’dan ayrılıp başka bir yerde kendi topluluklarını kurmak üzere yürüyüşe geçince, borçlarını bağışlatıp, köle durumuna düşmüş üyelerinin özgürlüklerini geri verdirip “tribün” denen memular ile Roma yönetimine katılma haklarını elde ettiler. İ.Ö 450 yılında “On iki Levha Yasası”nı, aristokratik sözlü hukukunun yerine geörmeyi başardılar. İ.Ö. 447’de Pleb meclisini bir halk meclisi durumana getirerek, Senato gibi yasa çıkarma yetkisine sahib bir meclise kavuştılar. İ.Ö. 445’te ise, pleblerle patrici sınıfından olanların evlenmlerini yasaklayan yasayı kaldırttılar. İ.Ö. 421’de, daha önce yalnızca patrici üyelerine açık olan Roma yüksek memurlukları pleblere açıldı. İ.Ö. 326’da borç köleliği kaldırıldı. İ.Ö. 287’de plebler bir kez daha kendi devletlerini kurmak üzere Roma’dan ayrıldıklarında, çaresiz kalan patriciler, pleb halk meclisini Senatoya eşit bir yasama gücüne sahip olmasını kabul ettiler.
İçte sınıf çatışmaları bu yönde gelişirken, dışta Roma’nın hızla genişlendiğini görüyoruz. Roma ilk gelişmelerini tuz ticareti yolu üzerinde bulunuşuna borçludur. Tuz ticaretine zamanla zeytinyağı ve şaağ ticareti eklenmiş, bu yolla zeytin ve üzüm tarımına geçilmiştir. Latifundilarda köleler çalıştırarak pazara yönelik bir tarım gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmeler patricilerin topraklarını genişletme yolunda bir politika izlemelerine neden olmuştur.
İ.Ö. 493’de Roma’nın otuz Latin kent ile kurduğu "Latin Birliği" giderek Roma’nın bunlar ve bunlara eklenen kentler üzerine dayattığı bir egemenliğe dönüşür. İ.Ö.448’de Roma Akdeniz ticaretine girerek, genişlemesine hem karadan hem denizden sürdürme olanağı bulmuştur.
Roma kentince yönetilen Latin Birliği’ni yönetime katılma hakkı olmayan kentleri, kendilerine de Roma vatandaşlık haklarının tanınması isteği ile İ.Ö.340’ta ayaklandılar. Bu ayaklanma bastırıldı; ama dene de bunların halklarına Roma vatandaşlık hakları tanındı. Ancak Roma, kentler arası ticareti elinden kaçırmamak için, bu kentlerin birbirleri ile olan ticareti yasakladı.İ.Ö.272’den sonra Roma, Güney İtalya daki Yunan kent devletlerini ele geçirdi. İ.Ö.264’te Akdeniz ticareti ve egemenliği yolunda Kartaca ile savaştı. İ.Ö.210’da Kartaca’yı kesin olarak yenince Akdeniz’i ele geçirdi. İ.Ö.168’de Makedonya’yı İ.Ö.146’da Yunanistan’ı topraklarına kattı.
İmparatorluk Dönemi: MS III. yüzyılın sonlarına doğru, Yunan uygarlığı Roma’da yayılmaya başladı. Romalılar bu uygarlığa büyük bir saygı ve hayranlık duydu. Bu nedenle, Makedonya Kralı V. Philippos ( MÖ 238 – 179 ) Yunan kentlerini ve Anadolu’yu tehdit edip de, bu kentler Roma’dan yardım isteyince, bu isteğe olumlu yanıt veren Romalılar, Makedonyalılar’la dört yıl çarpıştılar. Sonuçta Doğu Akdeniz Roma’nın hakimiyetine girdi; MÖ 146’da Makedonya ve Yunanistan da birer Roma eyaleti oldu. Böylece tüm Akdeniz Roma’nın egemenliği altına girdi. Bu zaferler sonucu Roma güçlendi ve zenginleşti. Mal ve köle ticareti gelişti. Senatörler ve öbür yöneticiler çabuk zengin olmanın yollarını ararken, bazı eyalet yöneticilerinin de vergi toplarken zora başvurmaları halkın tepkisini çekiyordu. Kişisel hırslar ve açgözlülük, cumhuriyetin ilk yıllarındaki yurtseverliğin ve özverililiğin yerine geçmişti.
MÖ II. yüzyılın sonlarına doğru yönetici sınıfın davranışlarını eleştiren Tiberius ve Gaius Gracchus adlarında iki kardeş, halkın daha fazla hak sahibi olması için mücadele etmeye başladılar. MÖ 133’te soyluların el koyduğu kamu topraklarını yoksul halka dağıtmak için bi yasa tasarısı hazırladılar. Romalılar’ı uyandırmak için canları pahasına mücadele eden bu kardeşlerin ikisi de acımasızca öldürüldü. Ama çabaları boşuna olmamış, Romalılar’da haksızlıkların ortadan kalkması için siyasal bir reform gerektiği inancı yerleşmişti.
Bu sıralarda Roma ordusunda köklü bir değişiklik oldu. Ücretli askerler , yurttaş askerlerin yerini almaya başladı. Yurttaş askerler tümüyle ülkelerine bağlı oldukları halde, yeni profesyonel askerler, komutanları her kim ise ona bağlanıyordu. Bu durum Roma’nın siyasal yaşamını büyük ölçüde etkiledi. O tarihten sonra başarılı generaller ordularının desteğiyle üstün bir güç ve yetki sahibi olmaya başladı.
Gaius Marius’un askerlerin desteğiyle nasıl yükseldiği buna örnektir. Doğuştan “pleb” olan Marius, kendine sadık ordusunun desteğiyle konsül olmuştu. İlk kez MÖ 105’te Kuzey Afrika’da Numidya’nın kralı olan Iugurtha’yı yenerek ünlenen Marius, daha sonra İtaly’nın kuzeyini tehdit eden Germen kabilelerini de üst üste iki kez yenmeyi başarmıştı. Bundan sonra patricilerin generali Sulla ile güçlerini birleştirerek Roma ile savaşan komşu halkları yenilgiye uğrattı. Sulla, Yunanistan’ı ve doğuyu tehdit eden Mithridates’le savaşmak için Roma’dan ayrıldı.
“Mithras” Güneş tanrısının adıydı.Mithridates ise “Güneş tanrısının soyundan” anlamına geliyordu. Karadeniz’in doğusunda bir krallık olan Pontos tahtına geçen VI. Mithridates kanlı bir egemenlik kurarak dünyaya korku salmış, annesini hapse attırdıktan başka, kardeşini de öldürtmüştü. Üç ayrı zamanda Roma’ya savaş açan Mithridates, sonunda Romalı general Pompeius’a yenildi. Sulla doğuda Mithridates’le savaşırken, Marius Roma’da yönetime el koydu. Sulla seferden döndüğünde Marius ölmüştü, ama Sulla öcünü Marius’un yandaşlarından ve halktan aldı. Sonsuz yetkilerle MS 82’de kendini diktatör seçtirdi. Sulla’dan sonra Roma’da yasadışı olaylar ve siyasetçilerin entrikaları hız kazandı. MÖ 73’te Spartaküs adında bir gladyatör kölelerden oluşturduğu ordusuyla Roma’ya baş kaldırdı. Çok sayıda Roma lejyonunu yenilgiye uğrattıktan sonra MÖ 71’de yenildi ve öldürüldü.

MÖ I. yüzyılın ortaları Julius Caesar ile Pompeius arasındaki rekabetle geçti. Her ikisi de yetenekli ve değerli önderlerdi. Bir süre, zengin bir soyu olan Marcus Crassus’u da aralarına alarak “birinci Triumvirlik” denen üçlü yönetim denemesinde bulundular. Crassus , MÖ 53’te öldükten sonra Pompeius Caesar’ın Galya’daki askeri başarılarını eskisinden daha fazla kıskanmaya başladı. Caesar’ın geri çağırılması için hükümeti etkiledi. Caesar, bu buyruğa uyarak geri dönecek olursa, ordusunu terketmek zorunda kalacağının bilincindeydi. Bu yüzden MÖ 49’da ordusunun başında yola çıktı. Kendi bölgesi olan Galya Cisalpina ile geri kalan İtalyan toprakları arasında sınır oluşturan Rubicon Irmağı’nı geçtikten sonra, dönüşü olmayan bi noktaya geldi. Roma’da güçlü bir destek sağlayamayacağını anlayan Pompeius Yunanistan’a kaçtı.
Gücünü kanıtlamak için savaşmayı sürdüren Caesar, MÖ 45’te Roma’ya döndü ve ömür boyu başkanlığa seçildi. Ne var ki, bazı senatörler Roma’nın özgürlüğü açısından Caesar’ın planlarını sakıncalı buluyordu. Caesar çok geçmeden, bir senato toplantısından sonra hançerlenerek öldürüldü. ( MÖ 44 ).
Bundan sonra iktidar Marcus Antonius’a geçti. Ne var ki Caesar’ın evlat edinmiş olduğu genç Octavius Roma’ya dönünce, aralarında çatışma çıktı. Octavius senato tarafından konsüllüğe getirildi. Gaius Julius Caesar Octavianus adıyla Caesar’ın evlat edindiği oğlu olarak tanındı. Bir süre sonra Octavianus ve Antonius uzlaşmaya vararak, Caesar’ın süvari komutanı Marcus Lepidus’un da katılmasıyla “ikinci Triumvirlik”i kurdular. Caesar’a komplo kurarak öldüren Brutus ve Gaius Longinus Cassius’a karşı savaş açarak, onları MÖ 42’de Makedonya’da yendiler. Bundan sonra doğuya giden Antonius, orada karşılaştığı Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya aşık oldu ve arkasından Mısır’a gitti. Octavianus’la yeniden arası açıldı. MÖ 31’de Yunanistan’ın batı kıyılarındaki Aktium Savaşı’nda Octavianus, Antonius’un donanmasını dağıttı ve Roma’nın rakipsiz önderi olarak yönetimi eke geçirdi.
Octavianus MS 14’te ölünceye kadar tam 45 yıl Roma’yı yönetti. MÖ 27’de kendisine, yüce anlamında Augustus sanı verilmişti. Çok büyük bir güce sahip olmasına karşın, Roma’nın eskiden olduğu gibi comhuriyetle yönetildiği izlenimini yaratmaya büyük özen gösterdi. O dönemde krallar mutlak egemenliğe sahipti. Romalılar böyle bir yönetim istemiyordu.
Augustus yönetiminde Roma en parlak dönemini yaşadı. Ticaret çok büyük bir gelişme gösterdi. Roma yasaları imparatorluğun her yerinde uygulanmaktaydı. Güçlü hükümet, lejyonlarca da destekleniyordu. İmparatorluğun egemen olduğu bölgelerdeki yerli halkların haklarına saygı gösteriliyordu. Yüzyıllardan beri sürmekteolan çekişme ve kargaşanın sona ermiş olması Augustus’un başarısıydı. Halk, yasaların güvencesi altında olmanın huzuru içindeydi.

Augustus’tan Sonra İmparatorluğun Durumu
Augustus ölmeden önce imparatorluğa üvey oğlu Tiberius’u seçmişti. MS 14’te başa geçen Tiberius , yayılmacı bir siyasetten yana değildi. Daha yönetimdeyken Tiberius’tan sonra başa kimin geçeceğine ilişkin tartışma ve kavgalar başlamıştı. Augustus’un kurmuş olduğu güçlü yönetim ağı bir süre ülkenin gerilemesini önledi. Tiberius’tan sonra Caligula 25 yaşında imparator oldu. Babası Germanicus asker olduğu için çocukluğu askerler arasında geçmişti. Halk babasını sevdiği gibi, onu da benimsedi. Caligula başa geçtiği ilk yıllarda iyi bir yönetici izlenimi veriyordu. Ama sekiz ay sonra hastalandı, belki de bu hastalığın etkisiyle, daha sonraki yıllarda dengesiz davranışlarda bulunmaya başladı. Roma’nın en tanınmış ailelerin yok etti. Cumhuriyet döneminin törelerine karşı duyduğu tepkiyi göstermek için sevdiği atını önce rahip, sonra da konsül ilan etti. Bir gladyatör gibi dövüştü, akrabalarının çoğunu öldürdü. Acımasızlığı dillere destan oldu. Dört yıl süren kanlı bir saltanattan sonra, koruma görevlilerinden biri tarafından öldürüldü.
Caligula’nın ardından, MS 41-54 arasında hüküm süren Claudius yetkin bir yöneticiydi. Roma yurttaşlığını genişleterek, yabancı topluluklara da yurttaşlık hakkı verdi. Özgürlüğünü kazanmış Yunanlı köleleri önemli devlet görevlerine getirdi. Bu onların güçlenmesine yol atı. Üçüncü karısı Valeria Massalina entrikaları yakışıksız davranışlarıyla ün saldı. MS 48’de idam edildi. Claudius’un dördüncü karısı olan Agrippina, önceki kocasından olan oğlu Neron’u evlat edinmesi için Claudius’a baskı yaptı. Oysa Claudius’un Britannicus adında bir oğlu vardı. MS 43’te Romalılar Claudius’un komutasında İngiltere’yi işgal ederek, adanın doğusunu Roma İmparatorluğu’na kattılar. Caligula’nın ve Claudius’un dönemlerinde eyalet yöneticilerinin yetkin ve güçlü olmaları sayesinde imparatorluk gelişmesini sürdürdü. MS 54’te Agrippina Claudius’u zehirleri, böylece yerine oğlu Neron tahta geçti. İlk beş yık sorunsuz geçti; ne var ki, sonraki yıllar benzeri görülmemiş bir dehşet yaşandı. Neron annesini ve karısını öldürttükten başka, zamanın önde gelen yöneticilerini de birer birer ortadan kaldırdı.
Neron atletizm, tiyatro ve şiir yarışmaları da düzenletti. Hükümdarlığının 10. yılında Roma’da büyük bir yangın çıktı. Neron bunun ilk Hristiyanlar’ın suçu olduğunu ileri sürdü ve onlara eziyet etti. Kentin yeniden yapılması için büyük paralar harcadı.
Roma İmparatorluğu’nun tarihine bakacak olursak çöküşün Neron zamanında başlamış olduğunu görürüz. Vergi yükü altında ezilen insanlar sıkı ve düzenli çalışamaz olmuştu. Ordu siyasete karışıyor, hükümet ordunun istemlerine çoğu zaman boyun eğiyordu. Neron’un savurganlığı imparatorluğun birçok yerinde ayaklanmalara yol açmıştı. Sonunda orduyu da karşısındabulan Neron intihar etti. Çok geçmeden lejyonlar arasında kıran kırana bir iç savaş başladı. Bu kargaşanın sonunda Vespasianus adında bir general Flavius hanedanını kurdu. Ağır vergilerle ülkenin mali durumunu düzeltti. MS 69-79 arasında hüküm süren Vespasianus ve ondan sonra gelen Titus ve Domitianus adlı imparatorlar büyük ölçüde ordunun gücüne dayandılar. Askeri düzenlemelerle sınırları koruyabildiler. MS 79’da, Titus döneminde patlayan Vezüv Yanardağı bir Roma kenti olan Pompei’yi lavlar ve küller altında bıraktı. Bu zamandan kalan kalıntılar , Roma kentindeki yaşam hakkında önemli bilgilere sahip olaya yaramıştır.
Domitianus 81’de imparator oldu. İmparatorluğunun son üç yılında Romalılar insanlıkla bağdaşmayan korkunç bir terör yaşadılar. Domitianus 96’da öldürüldü. Ondan sonra tahta geçen Nerve yalnız iki yıl yaşadı. Traianus ve yeğeni Hadrianus düzeni yeniden kurmakiçin çok çaba gösterdiler. MS 98’de başa geçen Traianus imparatorluğun sınırlarını genişletti. Akıllı ve ölçülü yönetimi, halkın yeniden devlete güven duymasını sağladı. Hadrianus, ülkeye çoktan özlenen barış ve bolluğu geri getirmekte başarılı oldu. 117’de imparator olan Hadrianus, Roma topraklarını baştan başa denetleyerek, zayıf gördüğü yerleri surlarla güçlendirdi. 122’de İngiltere’ye kadar gitti. Adanın kuzeydoğusunda İskoç saldırılarına karşın kendi adıyla anılan Hadrianus Duvarı’nı yaptırdı. Onun başarısı sayesinde bir sonraki imparator Antoninus Pius sanatsal etkinliklere zaman ayırabildi.138-161 arasında Pius yönetiminde imparatorluk çok gelişti.
Marcus Aurelius’un öğrenmeye hevesli, zeki ve akıllıbir gençolması Pius’un ilgisini çekti. Lucius Commodus adında başkabir gençle birlikte onu evlat edindi. Amacı tahtını bu gençlere bırakmaktı. MS 161’de ikisi birden tahta geçti. Lucius 169’da öldü ve Marcus Aurelius tahtta tek başına kaldı.
Roma İnanç Sistemi: MÖ 7. yüzyılda, merkezi İtalya’da ortaya çıkan Roma İmparatorluğu; farklı inançlara sahip çok sayıda yerli kavimler, Anadolu’dan gelen Etrüskler ve Güney İtalya’daki eski Yunan sömürgesi halklardan oluşmuştur. Roma Dini; başlangıçtaki yerli paganist geleneğine; krallık, cumhuriyet ve imparatorluk dönemlerinde, sömürgeleştirilen toplumların, putperestlik ritüel ve inançlarının da katılmasıyla, ortaya çıkmıştır. Roma; Mısır, Mezopotamya, Hint, Anadolu, Helen(Yunan) coğrafyalarının barındırdığı; İlk Çağ'ın putperest dinlerini, bu bölgeleri işgal ettikçe, merkezi İtalya'ya taşımıştır.Yakın dönem araştırmaları, Roma Dini'ne, Hint etkisini; Veda öğretisi ile olan benzerliğini ve Doğu’nun putperest dinleri ile olan ilişkisini, açıkça ortaya koymuştur.
ROMA DİNİ'NİN BAŞLANGICI: GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Roma Dini'nin başlangıcı; büyünün en önemli ritüel olduğu, dini kuralların oluşmadığı, sınırları belirsiz bir dönemdir.
Yunan ve Anadolu etkisinden önceki bu dönemde; Romalılar, olağan veya olağanüstü tabiat olaylarını ve bu olayların arkasında "vehmettikleri gizli güçleri", tanrılar edinmişlerdir. Romalıların bu dönemde; Helenler'de (Yunan'da) olduğu gibi; tanrı tasvirleri, putları, tapınakları yoktu. Evlerinin ocaklarını, kilerlerini, koruları, mağaraları, su kaynaklarını; tanrılarıyla "iletişim ve tapınma yeri" olarak kullanıyorlardı. Roma Dini'nde bir sonraki aşama; ilkel kabile dini veya Latium köylü dini olarak adlandırılan; aile içi din kültlerinin oluşumudur. Aile içindeki bu düzen, Roma’nın kentleşmesi ile birlikte, bir sistem oluşturmuş ve tarımsal kült oluşumu değişerek; devlet dininin temellerini meydana getirmiştir. Aile içi soyut tanrılar, artık devletin koruyucu tanrılarıdır. Aile içiyle sınırlı tapınma törenleri, Devlet'in resmi törenleri haline gelmiştir. Roma Dini, Etrüsk Krallığı ve daha sonraki Cumhuriyet döneminde; dışa açılmayla birlikte farklılaşmıştır. Böylece, geleneksel soyut paganizm, müşahhas putperestliğe adım atmıştır.
SOYUT PAGANİZM: SOMUT PUTPERESTLİK
Bu başlangıç, soyut paganizm, Helen tanrıcılığı ve mitolojisi, Hint, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu putperestliği ile birleşerek, Roma Dini'ni oluşturdu. Senatörlerden oluşan din adamları sınıfı, tapınaklar ve putlar da, böylece ortaya çıktı. Helen topraklarının, MÖ 146'da ele geçirilmesiyle; Yunan tanrıcılığı, felsefe ve kültürü, Roma’yı etkilemiştir. Yunan putperestliği ve felsefesi, Roma elit tabakası ve halkı arasında hızla yayılmıştır. Etrüsk döneminde, şehirlerde adlarına tapınaklar kurulan, "Tinia, Uni, Menrva" üçlü tanrıları, daha sonra Yunan tanrıları "Zeus, Hera, Athena" ile özdeşleşmiştir. Bunlar, "Jüpiter, Juno, Minerva" olarak isimlendirilmiştir.
Diğer Yunan tanrıları; Poseidon(Atlantis'in de baş tanrısı), Selena(ay tanrısı), Hades(yeraltı tanrısı), Afrodit(aşk tanrısı) ve Ares(savaş tanrısı)dir. Bunların Roma'daki karşılıkları; yani isimleri ise sırasıyla; Neptun, Luna, Pluton, Venüs ve Mars'tır. Roma ordusunda görev alan bir subay, tapınağa gider. Rahib aracılığıyla, yüzüne kan sürülerek, düşmanlarına karşı savaş tanrısı Mars'dan yardım ve lanet diler. Roma ordusu, savaşlarda, Mars'a bağlılıklarını bildirerek; bu Mars masklı şeytandan yardım ister, hep bir ağızdan haykırır.
Diğer Yunan tanrıları da, zamanla farklı isimlerle, Roma putperestliğinde yerlerini almışlardır. Roma’nın geleneksel cinsiyetsiz tanrıları, Yunan etkisi ile cinsiyet kazanmış; soyları, aşk öyküleri, kavgaları olmuştur. Romalılar da, Yunanlılar gibi, önemli gördükleri kişileri ve olayları kutsallaştırarak; tanrılarının sayısını artırmışlardır. Roma’nın kuruluşu, kutsallaştırılmış; kurucusu Romulus’da tanrılaştırılmıştır. Ayrıca Satürunus da, çiftçilerin tanrısı olarak bilinir. Zamanla Roma Dini, tümüyle kurumsallaşmış ve devlet kontrolüne girmiştir. Bu aşamadan sonra, işgal edilen ülkelerden getirilen tapınma kültleri, devlet denetimine tabi olmuştur. Devlet dinine ve siyasetine uygun olmayan tapınma kültleri, elenmiş ya da uygun hale getirilmiştir. Bu durum, bundan sonraki dönemin, karakteristik bir özelliğidir.
Augustus(MÖ 27- MS 19), Roma Dini'nin, kurumsallaşıp- resmileşmesinde önemli rol oynamıştır. Augustus, Hint-Avrupa köklerinden gelen Roma geleneğine bağlı olmasına rağmen; kapıyı, paganist yeni kültlere açık tutmuştur. Roma geleneklerini, Helenistik öğelerle kaynaştırmıştır. Bu dönemde, din adamları, devlet tarafından seçilip, görevlendirilmiş; dini kurumlar, Roma' ya; imparatora hizmetle, mükellef tutulmuştur.


Genel olarak tüm doğu dinlerinde görülen; imparator, kral veya firavunların ilahlaştırılması, Roma'da Caesar(Sezar) ile başlamıştır. Sezar'dan sonraki imparator ve aileleri, hayattayken tanrılaştırılmışlardır. Başlangıçta, putlara tapınan halk, daha sonra bu kurumları kendi bünyesinde toplayan imparatora yönlendirilmiş ve imparator da, putlaştırılmıştır. Devletin, din üzerindeki kontrolü ve baskısı, zaman zaman artmıştır. İmparator Tiberius döneminde, Roma'da, Mısır ve Yahudi dini yasaklanmış; bu dine girenlere, ağır cezalar verilmiştir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an ışığında ebelik !

Koşun Kavga Var !

Kadir Gecesi Bulundu !

"Kitapsız"lık Yapma !

Ben, Biz, O. Allah Kur'anda neden farklı zamirler kullanır ?

Allah'ın Kahramanı Sensin e-kitap olarak çıktı !.

Kuyruğu Kopartan Tilki Masalı

Musa, Ekmek ve Özgürlük - ÇIKTI

Hoş geldin On bir ayın sultanı Gastronomi

Sünnilik bir Din midir ?