Cübbeli Samirilik
Dikkat!!!
Bu hikayedeki kişilerin gerçek hayatla hiç bir ilgisi yoktur.
tek şeker abi sağol,
Ne diyorduk kardeş hah Musa. Musa güzel adamdı, iyi adamdı da etrafı çok kolpa adam doluydu be kardeşim. Üvey kardeşi Merneptah ile sarayın bahçesinde çelik çomak oynadıkları günler geride kalıp iki hasım olunca Musa etrafında yalnızca sefilleri, açları, çıplakları kısacası mazlumları buldu. Üvey kardeşi ise sarayın tüm gücünü arkasına almış bir gün Kıbrıs'ı fethe bir gün Suriye'ye gidiyor bütün parasını yolda harcayıp Amon Rahiplerine de ülkeye sahip çıksınlar diye sürekli toprak ve Nübye altın madenlerini veriyordu.
Musa'nın ilk dikkatini çeken Mısır'ın üzerinde yükseldiği taşeron işçiliğin yükselen gücü olmuştu. Davasını anlatacak kendisine yoldaşlık edecek ne kadar adam varsa etrafına toplamak istedi. Bu nedenle milliyetçilik krizi patlak verdiğinde hatta bu yüzden ırkçı bir kardeşi yüzünden katil de olmuştu. Doğru yolu aramak isterken bir keresinde doğru yolda yanlış adımlar atan salih birine de rastlamıştı ama Musa yalnızdı. Onun derdi HİKMETİNDEN SUAL OLUNACAK İŞLER yapmaktı. Hayat Hikmetleri herkesin anlayacağı eşitlikte sunardı herkese. Yoksa koskoca dünya da bir ben bir Allah. Neye yaradı imtihan nerde kaldı imtihan... Musa'nın derdi başkaydı. Etrafında sohbet dinliyecek değil iş yapacak, ter dökecek ve gerekirse Allah yolunda can verecek adamlar, kadınlar, gençler arıyordu. Onun derdini ancak varoşlardaki baldırı çıplak kardeşleri anlardı. Bütün gün parklarda bahçelerde birlikte çay içiyor, akşamları tefsir, kelam,fıkıh, meal dersler yapıyor, sabahın köründe kalkıp Mısır'ın Nil Vadisinde inşaatlarda çalışmaya gidiyorlardı. Bu arada Musa ya kardeşleri "yahu şu hanımlarımıza söyle sabah akşam Mısır kanallarında çıkan uyduruk dizileri izlemeyi bıraksınlar, ellerindeki akıllı papürüsleri bir kenara bırakıp bize sabah iki açma bi börek filan yapsınlar. Firavunun börekçi salonlarında dışımız Firavunun hizmetinde, içimiz sanayi yağlarından yapılma açma böreklerin oldu" diyorlardı. "Sabahları çocuklar okula gidecek, Mısır çok bozuldu, gençler sağda solda bataklık otu çekiyorlar biz köle gibi çalışıyoruz bari onlar azıcık bu sabilerle ilgilensinler" dediler. Bu arada ablalar da ordan seslenip "Bu bizim atıp tutan herfiler varya inşaattan gelir gelmez hasırın üzerine bi uzanıyolar uzanış o uzanış, ne çoluk çocuğun dersine bakmak, ne bi işin ucundan tutmak" diyerek erkeklere bir karşı gönderme yaptılar. Neyse uzatmayalım abilerin ve ablaların mesajını da araya sıkıştırdıktan sonra Musa'ya dönelim.
Çıktılar Mısır'dan bu köle ve baldırı çıplak halkla birlikte. Çıplaktılar ama artık ÖZGÜRDÜLER. Gökyüzü onlar için hiç olmadığı kadar mavi, yeryüzü hiç olmadığı kadar uçsuz bucaksızdı. Kaybedecek hiç bir şeyleri yoktu. Beş yıl çalışıp üzerine binmek için aldıkları ne bir atları, ne ömür tüketip betondan olmasa da derme çatma varlarını yoklarını harcayarak aldıkları evleri vardı artık. Dönüp son kez baktılar geride bıraktıklarına ve çıkıp gittiler bu demir,pas ve küf kokan şehirden.
Musa asıl sorunun bundan sonra başlayacağından habersizdi. Elinde kölelerden müteşekkil bir Ejderha ordusu vardı ki bu ordu ile nereye vursa artık ses getirecekti. Musa'nın elinde artık köle değil özgür bireylerden oluşan bir asa vardı adeta. Onlar mazlum iken artık mazlumların sesine kulak verecek bir güç olmuşlardı. Musa bu halk ile ne yapacağını bilmediğinden Rabbi ne kulak vermek için ayrıldı aralarından. O gider gitmez çölde sürünen bu halka, bir meslek musallat oldu. Üzerinde cübbe, kafasında yahudi kipası, upuzun sakallı tipler türedi. Gerçi Nil kumaşından yapılma kravat, yaka cebinde Şam ipeğinden mendil taşıyanları da vardı ya neyse. Halk bi çare varını yoğunu geride bırakmıştı ki daha yeni yeni un, mısır, ekmek, kurumuş biraz etle karnını doyurmaya başlamıştı. Bu uyanık Cübbeli Samiri onlara şunu fısıldıyordu
- Olum bak! dün gece peygamber Yakub'u rüyamda gördüm şu elinde gördüğün çikiilota varya onu Cübbeliye verin diyordu ve ellerinde ne görüyorsa onu alıyordu. Adı çıkmıştı artık Cübbelinin. O ataları ölmüş gitmiş ne kadar peygamber, alim, gavslar, sadatlar, şehler, 7 ler 40 lar varsa görüşüyor ne zaman Yetiş ya Seğuk!, Yetiş ya Veğuk! Yetiş ya Efendi Hazretleri! dediğinde imdadına yetişiyordu. Cübbeli Samiri kafasına koyduğunu yapıyordu. Musa' dan biraz hadis, Tevrat dan biraz bablı ayet alıp bir birine karıştırıp çölde bir Radyo istasyonu açtı. Hızlı hızlı konuşuyor,
ne tam hadisi okuyo
ne tam ayeti okuyor
ya araya ya sonuna Nallı Şerif mi Sümüklü sübyanlı dua kitabımı neyin bir şeyler sıkıştırıp satıyordu. Bu radyoyuda ne hikmetse pass parıl saff altın rengine boyamıştı. Ama boğaya benzemiyordu, böyle güllü mü desem sümbül mü desem şekilli ayetli bir çiçek mi desem bilemedim ama şeye benziyordu bismillahhhh Allah ülleziii kahrolsun cübbelliii ehöömmmm ööhhhümm. abi hep çift getiriyon tek şeker içiyom kaç yıl buraya geliyoz çay içmeye bi öğrenemedin. Ne diyoduk ya kafam karıştı, hah, Ya hu bu radyo mudur resimli radyomu dur nedir sürekli uyduruk uyduruk şeylerle doluydu ve adeta bildiğin böğürüyordu. Halk büyülenmiş gibi bu hızlı konuşmalara ve aralara serpiştirilmiş hadis ve ayet kumpasına düşüyordu. Elinde avucundakini hızlı yoldan cennete gitmek için getirip bu sahtekarlara veriyordu. Cübbeli Samiriler halka fakirliğin fukaraların bir Allah vergisi olduğunu, sabrın selamet getireceğini söylüyor ama kendileri çölde serin serin çadırlarda otuyor en güzel develere biniyorlardı. Ruh'ul Tevrat ı tefsir ettiğini, efendi hazretleri dediği birine sürekli göndermeler yaparak hep onun ilimlerinden, mislinin yazılmadığını, ne İbranice ne yunanca böyle tefsir olmadığını, Musa'nın da zaten bunu almaya gittiği yalanını atıyordu. Firavun zülmünden kaçarken yanlarında getirdikleri halkın kefenlerine göz dikmiş, "onları bana verin ben size cehennem ateşinde yanmayan kefen vereyim" diyordu. Ama ne yapıp edip yanına üç beş cilalı lafla parlattığı tevrat okuyan kalem, kalemtraş, pergel neyin sıkıştırıp halka satıyordu. Bildiğin pazarlamacıydı yahu. Laf kalabalıklığını marif edinip" halkı Allah ile Peygamber ile aldatıyordu". Cübbeyi kenara bırakıp kravat takanları da mevcuttu ki " Yom kipor da kefarat orucu tutarken ayağımıza diken batsa orucumuz bozulur mu?, "deveye binerken birisiden yardım almak kul hakkına girer mi?" "sakız çiğnemek orucu bozar mı? gibi gerzek gerzek sorular icad ettirip onları cevaplayarak ayda 600 deve parası kaldıran da mevcuttu ama en iyisi ve kurnazca böğürebilen Cübbeli Samirinin icad ettiği SAHTEKARLIK tı. Halk bunu hak ediyor muydu!, ediyordu etmesine de bize de iki çift laf etmek düşerdi onu ettik. Belki halk anlar da Hakk'a görevimizi yapmış oluruz. Sürçi lisan etti isek affola.
- Olum bak! dün gece peygamber Yakub'u rüyamda gördüm şu elinde gördüğün çikiilota varya onu Cübbeliye verin diyordu ve ellerinde ne görüyorsa onu alıyordu. Adı çıkmıştı artık Cübbelinin. O ataları ölmüş gitmiş ne kadar peygamber, alim, gavslar, sadatlar, şehler, 7 ler 40 lar varsa görüşüyor ne zaman Yetiş ya Seğuk!, Yetiş ya Veğuk! Yetiş ya Efendi Hazretleri! dediğinde imdadına yetişiyordu. Cübbeli Samiri kafasına koyduğunu yapıyordu. Musa' dan biraz hadis, Tevrat dan biraz bablı ayet alıp bir birine karıştırıp çölde bir Radyo istasyonu açtı. Hızlı hızlı konuşuyor,
ne tam hadisi okuyo
ne tam ayeti okuyor
ya araya ya sonuna Nallı Şerif mi Sümüklü sübyanlı dua kitabımı neyin bir şeyler sıkıştırıp satıyordu. Bu radyoyuda ne hikmetse pass parıl saff altın rengine boyamıştı. Ama boğaya benzemiyordu, böyle güllü mü desem sümbül mü desem şekilli ayetli bir çiçek mi desem bilemedim ama şeye benziyordu bismillahhhh Allah ülleziii kahrolsun cübbelliii ehöömmmm ööhhhümm. abi hep çift getiriyon tek şeker içiyom kaç yıl buraya geliyoz çay içmeye bi öğrenemedin. Ne diyoduk ya kafam karıştı, hah, Ya hu bu radyo mudur resimli radyomu dur nedir sürekli uyduruk uyduruk şeylerle doluydu ve adeta bildiğin böğürüyordu. Halk büyülenmiş gibi bu hızlı konuşmalara ve aralara serpiştirilmiş hadis ve ayet kumpasına düşüyordu. Elinde avucundakini hızlı yoldan cennete gitmek için getirip bu sahtekarlara veriyordu. Cübbeli Samiriler halka fakirliğin fukaraların bir Allah vergisi olduğunu, sabrın selamet getireceğini söylüyor ama kendileri çölde serin serin çadırlarda otuyor en güzel develere biniyorlardı. Ruh'ul Tevrat ı tefsir ettiğini, efendi hazretleri dediği birine sürekli göndermeler yaparak hep onun ilimlerinden, mislinin yazılmadığını, ne İbranice ne yunanca böyle tefsir olmadığını, Musa'nın da zaten bunu almaya gittiği yalanını atıyordu. Firavun zülmünden kaçarken yanlarında getirdikleri halkın kefenlerine göz dikmiş, "onları bana verin ben size cehennem ateşinde yanmayan kefen vereyim" diyordu. Ama ne yapıp edip yanına üç beş cilalı lafla parlattığı tevrat okuyan kalem, kalemtraş, pergel neyin sıkıştırıp halka satıyordu. Bildiğin pazarlamacıydı yahu. Laf kalabalıklığını marif edinip" halkı Allah ile Peygamber ile aldatıyordu". Cübbeyi kenara bırakıp kravat takanları da mevcuttu ki " Yom kipor da kefarat orucu tutarken ayağımıza diken batsa orucumuz bozulur mu?, "deveye binerken birisiden yardım almak kul hakkına girer mi?" "sakız çiğnemek orucu bozar mı? gibi gerzek gerzek sorular icad ettirip onları cevaplayarak ayda 600 deve parası kaldıran da mevcuttu ama en iyisi ve kurnazca böğürebilen Cübbeli Samirinin icad ettiği SAHTEKARLIK tı. Halk bunu hak ediyor muydu!, ediyordu etmesine de bize de iki çift laf etmek düşerdi onu ettik. Belki halk anlar da Hakk'a görevimizi yapmış oluruz. Sürçi lisan etti isek affola.