Baklava, Evren ve Biz
Büyük fotoğrafta acaba yapbozun hangi parçasıyız? Kim bilir hangi parçanın içindeyken bütüne dair zırvalar ve saçmalıklarla hayatı tüketip duruyoruz. Bilinen ve algılanabilen evren bizim beynimizin kapasitesi ve modern imkanlar çerçevesinde kurguladığı bir ev mi? yoksa bir hapishane mi? Niçin insan sürekli bu sınırların dışına dair düşünsün isteniyor? Bu doğal bir ihtiyaç mı ? Bu bir ihtiyaç ise elde olan imkanlar buna elvermediğinde bu bir kusur değil midir? Aslına bakılır ise daha ötesi hakkında düşünmek ancak bir kurgu, bir arayış ya da algılanabilir bu dünyadan belki de bir kaçış gibi görünüyor. Ya da ısrarla bizi birileri sürekli bilmediğimiz bir alana yönlendirip paraları cebe indiriyor ha ne dersin?
Yenge baklavayı sen mi yaptın?
Iımm harika olmuş, bilirsin bayram öncesi hepimiz baklava uzmanı olmak için çalışır sonrada bayramda kritik yaparız. Sanki şekeri az mı olmuş ne!
Abicim senin okul noldu şimdi
- ikiye geçtim abi
- Hıymm aferin olum aferin oku oku, baban gibi, Eeum baban burada mı ya!
- Abi sen konuyu niye dağıttın evren mevren filan bişiler diyodun, böyle hikaye içinde hikaye anlatmayı niye yapıyon kafa dağıldı şimdi bak
- Olm hikaye içinde hikaye anlatmak yazıyı canlı ve diri tutar ve yazıyı soğumaktan kurtarır.
- Yaa
- Yaaaa
- iyi de abi sen lise mezunusun bu konuda eğitim aldın mı
- Tabiki de sallıyorum olm sende ciddiye mi aldın komik çocuk. Bakma öyle bön bönn, çay koy çayy
Çay, efendim demlemek bir sanattır, Önce çayı bi yıkıcaksın, Ehömm bu değiildi konu ya tamam Evren ve biz dicektim,
Sanırım insanoğlu olarak hikayemiz basit. Basitliği şu ki yerleşik hayata geçip avcı toplayıcılığa geçtiğimiz günden beri birisi bize gözümüzün gördüğünü değil de daima ufuk çizgisinin ötesini gösterdi. Bilmediğimiz tatmadığımız ve kokusunu alamadığımız sanal bir evren dışımız daima gündemimiz oldu. İnsan gördüğü, kokladığı, tattığı bu akıp giden hayatın öznesi olmaktan beyninin içinde tasarladığı minicik bir sanal evreni hayatın ortasına getirip kondurdu. O gün bu gündür av peşinde koşmaktan arta kalan zamanlarda yerleşik hayatın gündemi felsefe oldu, tasavvuf oldu kıl oldu yün oldu ve hayatın gerçeği hep görmezden gelindi. Sürekli bize pazarlanan gerçek diye sunulan bu sanal gündemlerin aksine asıl Gerçek nedir ?
Gerçek, akıp giden bu hayatın kendisidir? Acıları, sevinçleri, yaşama sonsuz tutunma arzusuna karşın herşeyi anlamlı kılan, vicdanlı ve ahlaklı davranabilmek, güzel ve yararlı işler yapabilmektir. Sonrası ise bilinmezdir. Bilinmeyeni bilinir kılmaya gücü yetmeyen insan eğer bu uğurda beyhude bir çabayı zorluyor ise bu konuda mutlaka bir rant söz konusudur. İnsan bilinmeyene karşı ilgi duyar ve ondan söz edene daima kulak kabartır. İşte bu merakımız daima birileri tarafından bir geçim kapısına dönüştü. Kendi bilmediğini bize pazarlamak ve bilmediğimiz bir şey hakkında bilmediğini bize yutturmak Felsefe ve Tasavvuf adıyla sistemleşti, ekolleşti ve pazarlanan bir malzeme oldu. Ne zaman merakımız depreşse, satıcılar devreye girdi ve bizi önce acıktırdı sonra doyurdu. Hiç bir zaman Ne doyduk ne de doyurduk. Bilinmezin açlığı kötürüm bir hastalık olarak hayatımızın ortasına gelip yerleşti. Sanırım yerleşik hayata geçince oldu bu bütün olanlar. yoksa önceleri bir geyiğin peşinde koşup acıkınca sadece onu yiyorduk. Dere kenarına yerleşip birbirimizin ihtiyaçlarını el birliğiyle gidermeye başlayınca bol bol zaman kaldı. Geyik peşinde koşan insan artık oturduğu yerden yapmaya başladı bu işi, her neyse,
Hayat geçip gider. Biz ölümlüler bu hayatta ancak vicdanlı ve ahlaklı eserler üreterek kalıcı mirasları geleceğe taşıyabiliriz. Şimdilik gerçeğimiz bu ve bu büyük fotoğrafta başka görünen bir gerçek yok. Öyleyse bu gerçekliğe uygun gözlerimiz, ellerimiz, ayaklarımız ve kulaklarımız ne işe yarar ona bakmamız gerekir. Sırtımıza bunun dışında yüklenmiş her yük bizi binek hayvan konumuna sokar ve birilerinin sürekli değirmenine birşeyler taşır dururuz. Bilmediğimiz bir büyük fotoğrafa kendi yapbozumuzun parçasından yola çıkarak anlamlar yüklemek sanırım yapbozun sahibine biraz ayıp etmek olur.
- Abi okulu bırakıyorum
- Niye layn
- Abi felsefe bölümünde okuyorum ben
- Oku olm oku belki adam olursun.
Yenge baklavayı sen mi yaptın?
Iımm harika olmuş, bilirsin bayram öncesi hepimiz baklava uzmanı olmak için çalışır sonrada bayramda kritik yaparız. Sanki şekeri az mı olmuş ne!
Abicim senin okul noldu şimdi
- ikiye geçtim abi
- Hıymm aferin olum aferin oku oku, baban gibi, Eeum baban burada mı ya!
- Abi sen konuyu niye dağıttın evren mevren filan bişiler diyodun, böyle hikaye içinde hikaye anlatmayı niye yapıyon kafa dağıldı şimdi bak
- Olm hikaye içinde hikaye anlatmak yazıyı canlı ve diri tutar ve yazıyı soğumaktan kurtarır.
- Yaa
- Yaaaa
- iyi de abi sen lise mezunusun bu konuda eğitim aldın mı
- Tabiki de sallıyorum olm sende ciddiye mi aldın komik çocuk. Bakma öyle bön bönn, çay koy çayy
Çay, efendim demlemek bir sanattır, Önce çayı bi yıkıcaksın, Ehömm bu değiildi konu ya tamam Evren ve biz dicektim,
Sanırım insanoğlu olarak hikayemiz basit. Basitliği şu ki yerleşik hayata geçip avcı toplayıcılığa geçtiğimiz günden beri birisi bize gözümüzün gördüğünü değil de daima ufuk çizgisinin ötesini gösterdi. Bilmediğimiz tatmadığımız ve kokusunu alamadığımız sanal bir evren dışımız daima gündemimiz oldu. İnsan gördüğü, kokladığı, tattığı bu akıp giden hayatın öznesi olmaktan beyninin içinde tasarladığı minicik bir sanal evreni hayatın ortasına getirip kondurdu. O gün bu gündür av peşinde koşmaktan arta kalan zamanlarda yerleşik hayatın gündemi felsefe oldu, tasavvuf oldu kıl oldu yün oldu ve hayatın gerçeği hep görmezden gelindi. Sürekli bize pazarlanan gerçek diye sunulan bu sanal gündemlerin aksine asıl Gerçek nedir ?
Gerçek, akıp giden bu hayatın kendisidir? Acıları, sevinçleri, yaşama sonsuz tutunma arzusuna karşın herşeyi anlamlı kılan, vicdanlı ve ahlaklı davranabilmek, güzel ve yararlı işler yapabilmektir. Sonrası ise bilinmezdir. Bilinmeyeni bilinir kılmaya gücü yetmeyen insan eğer bu uğurda beyhude bir çabayı zorluyor ise bu konuda mutlaka bir rant söz konusudur. İnsan bilinmeyene karşı ilgi duyar ve ondan söz edene daima kulak kabartır. İşte bu merakımız daima birileri tarafından bir geçim kapısına dönüştü. Kendi bilmediğini bize pazarlamak ve bilmediğimiz bir şey hakkında bilmediğini bize yutturmak Felsefe ve Tasavvuf adıyla sistemleşti, ekolleşti ve pazarlanan bir malzeme oldu. Ne zaman merakımız depreşse, satıcılar devreye girdi ve bizi önce acıktırdı sonra doyurdu. Hiç bir zaman Ne doyduk ne de doyurduk. Bilinmezin açlığı kötürüm bir hastalık olarak hayatımızın ortasına gelip yerleşti. Sanırım yerleşik hayata geçince oldu bu bütün olanlar. yoksa önceleri bir geyiğin peşinde koşup acıkınca sadece onu yiyorduk. Dere kenarına yerleşip birbirimizin ihtiyaçlarını el birliğiyle gidermeye başlayınca bol bol zaman kaldı. Geyik peşinde koşan insan artık oturduğu yerden yapmaya başladı bu işi, her neyse,
Hayat geçip gider. Biz ölümlüler bu hayatta ancak vicdanlı ve ahlaklı eserler üreterek kalıcı mirasları geleceğe taşıyabiliriz. Şimdilik gerçeğimiz bu ve bu büyük fotoğrafta başka görünen bir gerçek yok. Öyleyse bu gerçekliğe uygun gözlerimiz, ellerimiz, ayaklarımız ve kulaklarımız ne işe yarar ona bakmamız gerekir. Sırtımıza bunun dışında yüklenmiş her yük bizi binek hayvan konumuna sokar ve birilerinin sürekli değirmenine birşeyler taşır dururuz. Bilmediğimiz bir büyük fotoğrafa kendi yapbozumuzun parçasından yola çıkarak anlamlar yüklemek sanırım yapbozun sahibine biraz ayıp etmek olur.
- Abi okulu bırakıyorum
- Niye layn
- Abi felsefe bölümünde okuyorum ben
- Oku olm oku belki adam olursun.