Küçük Dünya'nın Büyük Dertleri
İnsanın dünyası bana kalırsa, kaybettikleri şey kadar büyüktür. Çocuktum, nereden bulmuştum hatırlamıyorum ama ilk kaybettiğim şey küçücük bir misketti. Hani şu camdan olan, içi renkli. Günlerce aramış bulamamıştım. Benim küçük dünyamın en büyük kaybıydı o. Hafızamda geçmişe dair en eski acı anı bu. Elbette her insanın hafızası böylesi bir küçük kaybın büyük dünyasıyla doludur. Hepimiz aynı malzemeden yapılmadık mı !
Mahallemiz fakir ama gururlu evlerden oluşurdu. Hatırladığım kadarıyla hiç kimsenin gündüzleri kapıları kapalı olmazdı. Kadınlar kapı önlerinde gündelik işlerini yapar, çoğu öbek öbek zararsız dedikodulara dalardı. Elimize biraz ekmek birer de domates verdiler mi onların küçük dünyaları da gündelik küçük şeylerle dolardı. Mahallenin bir ucundan diğer ucuna her ne kadar büyük olsa da herkes birbirini tanır, hiç kimse, çocuklarının nerede ne yaptığını merak etmezdi. Deli işi yav. Şimdi öyle mi !
Bizim küçük dünyamızda sabah gün aydınlanır aydınlanmaz başlayan ve akşam ezanında son bulan maçlar, gazoz kapağı, çivi saplamaca, ebecilik, saklambaç büyük yer tutardı. Dizimizde yara, kolumuzda kırık eksik olmazdı. Kafası yarılmayanı hele, hiç adamdan saymazdık. Akşam ezanı genelde kulak çekilmesine neden olurdu zira babalarımız bize, eve giriş son saatini böyle belletmişti. Baba demek tanrı! demekti. Bir bakışı ile bir sandalyeden bizi havaya kaldırır diğerine oturtabilirdi. Üstün güçleri vardı ama bu hurafe biz genç olduğumuzda uçup gitti. Bir de baktık ki o da bir insanmış, Puff.
Eve sokak oyunlarından kelli çoğu zaman geç kalır, hesabını uzayan kulaklarla öderdik. Babalar cefakardı, çok çalışırlardı. Yaz sonları herkesin kapı önlerinde kapkara bir kaç ton kömür olur konu komşu el birliği onlar kırılır, kömürlüğe taşınır kışa hazırlık yapılırdı. Kış demek zor şeyler demekti. Bizim mahallemizde çamur ve çamurun dünyası büyük bir yer tutardı. Kış olsa da kısa don gömlek sokakta oradan oraya karda kaymaca, ordan burdan zıplamaca derken eve gelir üstü başı ıslatmanın bir de anne dersini alırdık. Kulaklar çok işe yarardı. Terlik annelerin silahıydı. İlk o zaman tanıştık silaha karşı savunmasızlığı. Canı sağolsun. Canları sağolsunlardı. Emekleri büyüktü anne babaların. Hakları ödenmez. Donmuş ellerle sobaya yaklaşılmazdı, acırdı. Bizim küçük dünyamızın en büyük organizasyonu pazar kahvaltılarıydı. Soba üzerinde kızartılan ekmek, arasına sürülen sanayağı üzerine biraz peynir. Tereyağını kim kaybetmiş ki biz bulalım. Bir kaç tadımlık zeytin. Kardeşler arasında o tabak senin bu çatal benim kavgası. Yine kulakla ödenen bedeller. Evin büyüğü iseniz kabak da kulak da hep siz de patlar. Olsun, kahvaltı büyük bir şeydi bizim için. Güzeldi. Mahalle bakkalından sürekli alınan şeyler dışında pahalı şeyler tadımlık ancak pazar kahvaltılarında olurdu, o da her zaman değil. O günler büyük dünyanın git gide küçüldüğü, küçük şeylerin git gide büyüdüğü günlerdi. Dedim ya insan kaybettikleri kadar büyük bir dünyaya sahipti.
Bunca şeyi niye anlattım ?
Kendim de bahsetmek için değil elbet. Bu aslında hepimizin hikayesi. Bunun mağaralardaki atalarımızdan süregelen farklı anlatımları tüm tarih boyunca edebiyatın konusu mutlaka olmuştur. Geçmiş daima özlenir. Geçmiş daima gelecekten güzel kalmıştır. Aslında bu kısa anılar hepimizin ortak hafızasında mutlaka farklı da olsa yer eden anılardır. Geçmiş mutlak surette büyük dünyanın git gide küçüldüğü bir yerdir. İnsan büyür, gelişir ve artık kaybettikleri büyüdükçe dünyası da küçülür. Küçük dünyaların bir birine dar edildiği yerdir burası. İşte bizim dünyamız. Koskoca zannedilen dünyanın hiç değişmeyen gündemidir savaş, yıkım, kan ve gözyaşı.
Modern hayat bize dünyanın minicik bir şey olduğunu hissettiriyor. Daraltıyor, küçültüyor ve hiç birimize yetmiyor. Her şeyi biliyoruz, her köşe bucağına artık ulaşabiliyoruz. Modern insanın algı dünyasında neyin gerçek neyin hayal olduğu artık ayırt edilemiyor. Doğal olmayan bir algı dünyasının ve nesnel hayatın içinde yaşayıp gidiyoruz. Beton bir evden sabah ayrılıyor yine beton bir yapının içine giriyor akşama kadar çalışıyor akşam eve azıcık dinlenmeye geliyoruz. Aylık kazançlarımızı bir kaç yıl biriktirip ancak üzerinde oturmaya değer bir koltuk için harcıyoruz, ya da o elinde tutuğun ayfon mu andorit mi ne işte ondan almaya. Hele ki zoruma giden şey üzerinde oturduğumuz şey bu kadar emek harcamaya değer mi!
Başımızı camdan bir çıkarıp şu gerçeği bir görebilsek. Her yer beton. Beton tanrısına tapmak için yaşıyoruz. Her birimiz bir beton tanrısını kutsamak için ya
şıyor. Bir ev alabilmek için ne kadar da fakirleşiyoruz. dostumuza verecek üç kuruş borç paramız yok. Çünkü hepimizin ev taksiti var. Ödenmeyi bekleyen aylıklara bölünmedik neyimiz kaldı ki !
Onu bunu ben bilmem kardeşim, bu böyle gitmez diyorsan ayağa kalk ve özgürleş. Modern hayatın bizi köleleştirdiği şeylerin hiç birisi ama hiç birisi bir savaş yurdunda ki önemli şeyler kadar değerli değildir. Bir insanın ne kadar az şeye ihtiyacı olduğunu anlamak için neye ihtiyaçları olduğuna bakmak gerek. Ekmek, su ve Özgürlük. işte bu kadar. Hayat bu kadar sade, bu kadar basit ve bir o kadar güzel olmalıydı. İşte bunları kaybettiğimizde büyük dünyamız dar, kazandığımız da ise kocaman olmalıydı. Dedim ya, insanın dünyası bana kalırsa kaybettikleri şey kadar büyüktür. Tezek koklamadan, bir kuzuyu sarıp sarmalamadan, bir teke peşinde koşmadan ölüp gideceğiz. Gömdükleri yer de yer olsa, ikimetrekare bir çukur, üzerini örtüyorlar, biraz su döküp ağlıyorlar, sonra seni oracıkta tek başına bırakıp küçük dünyalarının büyük dertleriyle boğuşmaya gidiyorlar.
Mahallemiz fakir ama gururlu evlerden oluşurdu. Hatırladığım kadarıyla hiç kimsenin gündüzleri kapıları kapalı olmazdı. Kadınlar kapı önlerinde gündelik işlerini yapar, çoğu öbek öbek zararsız dedikodulara dalardı. Elimize biraz ekmek birer de domates verdiler mi onların küçük dünyaları da gündelik küçük şeylerle dolardı. Mahallenin bir ucundan diğer ucuna her ne kadar büyük olsa da herkes birbirini tanır, hiç kimse, çocuklarının nerede ne yaptığını merak etmezdi. Deli işi yav. Şimdi öyle mi !
Bizim küçük dünyamızda sabah gün aydınlanır aydınlanmaz başlayan ve akşam ezanında son bulan maçlar, gazoz kapağı, çivi saplamaca, ebecilik, saklambaç büyük yer tutardı. Dizimizde yara, kolumuzda kırık eksik olmazdı. Kafası yarılmayanı hele, hiç adamdan saymazdık. Akşam ezanı genelde kulak çekilmesine neden olurdu zira babalarımız bize, eve giriş son saatini böyle belletmişti. Baba demek tanrı! demekti. Bir bakışı ile bir sandalyeden bizi havaya kaldırır diğerine oturtabilirdi. Üstün güçleri vardı ama bu hurafe biz genç olduğumuzda uçup gitti. Bir de baktık ki o da bir insanmış, Puff.
Eve sokak oyunlarından kelli çoğu zaman geç kalır, hesabını uzayan kulaklarla öderdik. Babalar cefakardı, çok çalışırlardı. Yaz sonları herkesin kapı önlerinde kapkara bir kaç ton kömür olur konu komşu el birliği onlar kırılır, kömürlüğe taşınır kışa hazırlık yapılırdı. Kış demek zor şeyler demekti. Bizim mahallemizde çamur ve çamurun dünyası büyük bir yer tutardı. Kış olsa da kısa don gömlek sokakta oradan oraya karda kaymaca, ordan burdan zıplamaca derken eve gelir üstü başı ıslatmanın bir de anne dersini alırdık. Kulaklar çok işe yarardı. Terlik annelerin silahıydı. İlk o zaman tanıştık silaha karşı savunmasızlığı. Canı sağolsun. Canları sağolsunlardı. Emekleri büyüktü anne babaların. Hakları ödenmez. Donmuş ellerle sobaya yaklaşılmazdı, acırdı. Bizim küçük dünyamızın en büyük organizasyonu pazar kahvaltılarıydı. Soba üzerinde kızartılan ekmek, arasına sürülen sanayağı üzerine biraz peynir. Tereyağını kim kaybetmiş ki biz bulalım. Bir kaç tadımlık zeytin. Kardeşler arasında o tabak senin bu çatal benim kavgası. Yine kulakla ödenen bedeller. Evin büyüğü iseniz kabak da kulak da hep siz de patlar. Olsun, kahvaltı büyük bir şeydi bizim için. Güzeldi. Mahalle bakkalından sürekli alınan şeyler dışında pahalı şeyler tadımlık ancak pazar kahvaltılarında olurdu, o da her zaman değil. O günler büyük dünyanın git gide küçüldüğü, küçük şeylerin git gide büyüdüğü günlerdi. Dedim ya insan kaybettikleri kadar büyük bir dünyaya sahipti.
Bunca şeyi niye anlattım ?
Kendim de bahsetmek için değil elbet. Bu aslında hepimizin hikayesi. Bunun mağaralardaki atalarımızdan süregelen farklı anlatımları tüm tarih boyunca edebiyatın konusu mutlaka olmuştur. Geçmiş daima özlenir. Geçmiş daima gelecekten güzel kalmıştır. Aslında bu kısa anılar hepimizin ortak hafızasında mutlaka farklı da olsa yer eden anılardır. Geçmiş mutlak surette büyük dünyanın git gide küçüldüğü bir yerdir. İnsan büyür, gelişir ve artık kaybettikleri büyüdükçe dünyası da küçülür. Küçük dünyaların bir birine dar edildiği yerdir burası. İşte bizim dünyamız. Koskoca zannedilen dünyanın hiç değişmeyen gündemidir savaş, yıkım, kan ve gözyaşı.
Modern hayat bize dünyanın minicik bir şey olduğunu hissettiriyor. Daraltıyor, küçültüyor ve hiç birimize yetmiyor. Her şeyi biliyoruz, her köşe bucağına artık ulaşabiliyoruz. Modern insanın algı dünyasında neyin gerçek neyin hayal olduğu artık ayırt edilemiyor. Doğal olmayan bir algı dünyasının ve nesnel hayatın içinde yaşayıp gidiyoruz. Beton bir evden sabah ayrılıyor yine beton bir yapının içine giriyor akşama kadar çalışıyor akşam eve azıcık dinlenmeye geliyoruz. Aylık kazançlarımızı bir kaç yıl biriktirip ancak üzerinde oturmaya değer bir koltuk için harcıyoruz, ya da o elinde tutuğun ayfon mu andorit mi ne işte ondan almaya. Hele ki zoruma giden şey üzerinde oturduğumuz şey bu kadar emek harcamaya değer mi!
Başımızı camdan bir çıkarıp şu gerçeği bir görebilsek. Her yer beton. Beton tanrısına tapmak için yaşıyoruz. Her birimiz bir beton tanrısını kutsamak için ya
şıyor. Bir ev alabilmek için ne kadar da fakirleşiyoruz. dostumuza verecek üç kuruş borç paramız yok. Çünkü hepimizin ev taksiti var. Ödenmeyi bekleyen aylıklara bölünmedik neyimiz kaldı ki !
Onu bunu ben bilmem kardeşim, bu böyle gitmez diyorsan ayağa kalk ve özgürleş. Modern hayatın bizi köleleştirdiği şeylerin hiç birisi ama hiç birisi bir savaş yurdunda ki önemli şeyler kadar değerli değildir. Bir insanın ne kadar az şeye ihtiyacı olduğunu anlamak için neye ihtiyaçları olduğuna bakmak gerek. Ekmek, su ve Özgürlük. işte bu kadar. Hayat bu kadar sade, bu kadar basit ve bir o kadar güzel olmalıydı. İşte bunları kaybettiğimizde büyük dünyamız dar, kazandığımız da ise kocaman olmalıydı. Dedim ya, insanın dünyası bana kalırsa kaybettikleri şey kadar büyüktür. Tezek koklamadan, bir kuzuyu sarıp sarmalamadan, bir teke peşinde koşmadan ölüp gideceğiz. Gömdükleri yer de yer olsa, ikimetrekare bir çukur, üzerini örtüyorlar, biraz su döküp ağlıyorlar, sonra seni oracıkta tek başına bırakıp küçük dünyalarının büyük dertleriyle boğuşmaya gidiyorlar.