Allah Seni Arıyor
Geceydi, ağır ağır gideriz diye yola düştük. Bir arkadaşımız askerliğini Erzincan da yapıyordu, onu ziyarete gidecektik. Tevhid'i düşüncelerin yeni bulunmuşluğu ile heyecanın, motivasyonun, delikanlılığın zirvede olduğu günler. Hani koltuk altında kitaplarla kar kış, çekyatsız evlerde, haremlik selamlık ders yaptığımız günlerden kalma bir arkadaştı. Uğurlarken çok sarılmış ağlamış, çok ağlaşmıştık. Beni de askere o uğurlamış Kafir bir devlete kulluğa nasıl gideriz çıkmazlarımızın beyin kemiklerimizi erittiği günler. Ama ne günler ve benim askerlik yaptığım gere gelememişti, gelemezdi de. İmkansızdı. Ne diyorduk, ziyaret, hatır gönül yok yok yolculuk hahh..
Planımız, yok yok planımız yoktu. Plansız yola düştük, topu topu üç dört gün içinde gidip geri dönecektik. İçimizde en zeki olanımız;
- Yaa, dedi, Biz neden Karadeniz üzerinden gitmiyoruz. Bir daha nerdeee oraları görücez ki taa Trabzon'a kadar gidelim ordan aşaya hoop al sana işte Erzincan abi, dedi. Sonra da Sivas üzerinden direkt geri döneriz.
- Ee mantıklı ! dedik. O gün niye öyle dedik ve ben o arkadaşın ümüğünü niye oracıkta sıkmadım hatırlamıyorum, eski zaman. Neyse sabah nerdeydi hatırlamıyorum çorba ve fırından yeni çıkmış bir ekmek ziyafeti çektik. Dediler ki bu bölgede bu çorba ve bu ekmek için taa İstanbullardan geliyor. Biz İstanbul'dan geliyorz valla demedik tabiki ama Valla ne yalan söyliyim yıllar oldu hala o çorba ve ekmek aklımdan çıkmaz. Belki sabah namazını kılıp biraz üşümüşlük, biraz hafif ve esintili soğuğun verdiği Anadolu huzuru, dinginlik miydi bilmem. Şehirden, betondan kaçmanın hazzı, belki de. Ama bildiğim bişey vardı ki, doğal olan her şey de huzur var. Konu neydi yaa ! Haa ziyaret, yolculuk, hatır, gönül meselesi.
düştük tekrar yola. Tabelada nerden gördüm aklıma nerden düştü bilmiyorum kalmış işte Merzifon ilişti, baktım seksen kilometre.
- Yav, dedim. Şu Merzifon Evlerini bi görseydik ha, taa buralara kadar gelmişiz, seksen artı seksen ama değer, hı ?
- He valla dediler bizim delikanlı eşşekler. Uymaz olsalardı bana. Hadi ben eşşek, bunlar da eşşek, bak mevzuyu kes şimdi !
Merzifona girdik abicim, daha girer girmez bir gariplik olduğunu anladık ama meseleyi bi türlü çözemiyoruz. sağa çektik arabayı, arkada oturuyorum.
- Abicim bakar mısın, dedim,
- Buyur delikanlı dedi orta yaşlı bir abi.
- Burada meşhur evler varmış abi ama biz bir şey göremedik ya, dedim. Meseleyi anlayacağını düşünerek.
Şöyle bi etrafına baktı, baktı, baktı. İki katlı, normal, betonarme evleri şöyle bir süzdü, süzdü..
- Valla hemşerim, dedi. Bizim bunlarda bunlardan başka evlerimiz yok, dedi. Bizim ilerizekalı arkadaş hemen atladı,
- Abicim bu evlerin nesi meşhur yaa allaşkına dedi, bastı gaza. Kendi kendine söylendi, daha adam kendi memleketini tanımıyor yuh ! diye de uzatmasın mı ! Neyse. İlerde hem benzin alalım hemde gençlere soralım bilirler diye ilerledik. Pompada duran kardeşe
- Skati bizi ışınla, dedik, bön bön bakınca Eöğğ abicim fulle dedik. Genç espiriden anlamamıştı. Ya da bizim espirimiz o dönemde çok bayatlamıştı, yok yok bayat değil çok tazeydi. Her neysem
- Baksana kardeş, dedim. Ya burada hiç meşhur ev yok mu ? geziyoruz sabahtan beri bi numara göremedik yaa, deyince
- Abi bizim buralar, mutaassıp ailelerin yaşadığı yerler, öyle evler burada olmaz, deyiverdi.
- Bizim ilerizekalı arkadaşın kankası olan ultrazekalı diğerimiz atladı hemen,
- Kardeşim manyak mısın ta İstanbul dan bu işler için buralara gelinir mi ?
- Abicim o sizin manyaklığınız diye yapıştırıverdi deli ve kanlı olan pompacı genç, atarlıydı da biraz. Neysem biz dakka dakka bir bohemyaya batıyoruz ama içinden çıkılası değil. Kendi kendimizde "yuh bu da buranın güzelliklerinden habersiz, ilerde yaşlı bi amcaya soralım onlar bilirler" deyip cami cemaatının çıktığı Camiye yanıştık. Namazları kıldık, dışarı çıktık cigaraları yaktık, uff o zamanlar ne içiyorum. Sanırsın bir nefes çekince dünyalar içime doluyor, nalet şey, aklıma geldi bak. Rüyalarıma da giremeyesice. Yaşlı bi amcaya yanaştım;
- Canım amcam nasılsın, iyimisin, halin keyfin nasıl? dedim, biraz hoş beş ve sonra direk bodoslama konuya daldım bu kez.
- Hocam sizin buranın nesi meşhur ?
- Valla genç, dedi, biraz da gülümseyerek "bizim buranın sadece eşşeği meşhurdur" deyince bizi bi aldı kıkırdama, gülme. Aslında her birimiz konuyu hiç üstüne almadan bir diğerinin eeşkliğine gülüyorduk ya hiç kimse üstüne alınmıyordu ya neyse.
- Amca burada hani şöyle konaklar, iki katlı cumbalı evler, nohut oba bakla sofa evler yok mu ya! diye içlenerek söylendik.
- Evladım, dedi. Siz yanlış gelmişsiniz, Safranbolu Evleri bura çok uzak, dedi.
Vay canınaaa. Onca yolu yanlış mı geldik yahu, dön geri gerisin geri.
Sanırım hikayemizdeki varılan sonucun başta umulan amaçla ilgisiz oluşu gerçeği Ümmetin genel maslahatını da çağrıştıyor. Ne aradığını bilmeyen, sürekli arayış içinde didik didik ettiği Vahyin, hayatın ihtiyaçları doğrultusunda rehberliği işine yaradığını bir türlü kabullenemeyişimiz. Vahyin gönderiliş amacının umutulup yalnızca Allah2ın insanlarla iletişim kurma ihtiyacı yada kendini tanıtma zarureti çerçevesinde algınan bir zaviye ile içerisinde şifreler, sırlar, gizemler arayanların vardığı nokta da kanımca Sefranbolu değil Merzifon bohamyası. Sahi neydi Muhammedi, Musa'yı ve Yusuf'u varoşlara çeken dert. Saraydaki rahatı açın, çıplağın derdine değiştiren şey. Acaba Muhammed a.s. ve arkadaşları, Mekke'de herşey olunda giderken Allah'ın "Gelin size gezegenlerden, atomlardan, sonsuz uzaydan, kozmik boşluktan, kıldan, yünden, bir damla sudan nasıl bir varlık olarak sizi yarattım, hadi beni takdir edin alkışlayın" tatmini için mi vahyetmişti ? Hiç sanmıyorum ! Hiç sannnnnmıyorummm. Allah yaralı bir yüreğin, dertli bir yangın yeri olmuş ciğerin yangınını söndürmek, ona yol göstermek ve onun eliyle de mazlumlara arka çıkmak istiyordu. Zalimlerin karşısına işte bu ve bir avuç bu kişilerin kardeşlik örgütüyle dikiliyordu. Tüm kainatın sahibi iki ayağı üzerinde yürüyen, çelimsiz, güçsüz bir adamın diliyle konuşuyordu ve diyordu ki "Bana değil, kendinize ayıp ediyor ve birbirinize yazık ediyorsunuz" Utanılacak bir durum ki hatta yerin dibine girilesi bir durum.
Vahyin bir sebep olmadığı aslında bir sürecin olgunlaşmış sonuç olduğunu anladığımız zaman Allah'ın insana nasıl yardım ettiğini de anlamış olacağız. Hayatımıza Sünnetullah'ı ile giren, bizimle kavga eden, bizi destekleyen, omuz veren, gevşeklik gösterdiğimize ikaz eden, zafere inandıran bir Allah. Biz attıkça O atıyor, Biz dönersek O da dönüyor. İlkeli, tutarlı ve son derece insan iradesine saygılı. Onun yeryüzünde var oluş nedenini asla yalanlamayan ve asla kendisiyle çelişmeyen. O bizimle her an her saniye iletişim halinde. Nasıl mı ?
Yan yatarken değil, kahve yudumlayıp, cigara çekerken nefeslendiğimizde okuduğumuz masa başı Müslümanlığı ile değil.
Açların sofrasına oturduğumuzda O da oturuyor çünkü rızkı yalnızca O veriyor.
Garibanın sobasına kömür derdine düştüğünde O ısıtıyor.
Çıplağı giydirdiğinde güven ve huzur veriyor.
Zalime karşı çıktığında sırtını sıvazlıyor.
"Korma diyor, Korkma, Hadi Aslanım yürü, arkanda Ben varım" diyor.
Elini kulağına götürüp "Yalnızca sensin Ekber" dediğinde tüm kainatı arkana atıyor. Gözünü kartal gibi keskin, bileğini bir aslan pençesi gibi güçlü kılıyor.
Rüku ettiğinde kabul, secde ettiğinde huzur veriyor.
Yalnızca kendisine Kul edip insanı insana kulluktan kurtarıyor. Dahası bitmez, anlat anlat bitmez.
Vahiy ile ilişkimiz Yaralı Yürek- Şifalı Merhem olmadıkça el-Kitap bizi bölüyor, ayrıştırıyor, mezhepleştirip, fırkalaştırıyor. Zira mesajın kendisi değil el-Kitabın kendisi söz konusu oluyor. Ne aradığımızı bilmeden, nereye varacağımızı bilmeden daldıkça daldığımız, kazdıkça kazdığımız Vahiy tecrübesi bizi, salt sonuç odaklı kavgalara hapsediyor. Oysa Vahiy
bir Sebep-Sonuç ilişkisidir.
Tekrar etmek gerekirse;
Vahiy, bir Sebep-Sonuç ilişkisidir.
Asla ne tek başına "sebep" asla ne tek başına "sonuç" değildir. Tutarlı bir sebep sonuç süreci. ERdemli bir duruş, Sırat-ı Mustakim üzre sarsılmaz bir yürüyüş. Elçilerin başarısı işte burada gizli. Dertli bir yürek ve akabinde yaraya merhem olan Vahiy. Bu nedenle Allah,
ne aradığını bilen, nereye gittiğini gören, ne için kavga ettiğini hisseden, yumruğunu masaya vuracak adam arıyor. Farkında mısın Allah, SENİ arıyor,
Peki ya sen ?
Sen NE arıyorsun !
Planımız, yok yok planımız yoktu. Plansız yola düştük, topu topu üç dört gün içinde gidip geri dönecektik. İçimizde en zeki olanımız;
- Yaa, dedi, Biz neden Karadeniz üzerinden gitmiyoruz. Bir daha nerdeee oraları görücez ki taa Trabzon'a kadar gidelim ordan aşaya hoop al sana işte Erzincan abi, dedi. Sonra da Sivas üzerinden direkt geri döneriz.
- Ee mantıklı ! dedik. O gün niye öyle dedik ve ben o arkadaşın ümüğünü niye oracıkta sıkmadım hatırlamıyorum, eski zaman. Neyse sabah nerdeydi hatırlamıyorum çorba ve fırından yeni çıkmış bir ekmek ziyafeti çektik. Dediler ki bu bölgede bu çorba ve bu ekmek için taa İstanbullardan geliyor. Biz İstanbul'dan geliyorz valla demedik tabiki ama Valla ne yalan söyliyim yıllar oldu hala o çorba ve ekmek aklımdan çıkmaz. Belki sabah namazını kılıp biraz üşümüşlük, biraz hafif ve esintili soğuğun verdiği Anadolu huzuru, dinginlik miydi bilmem. Şehirden, betondan kaçmanın hazzı, belki de. Ama bildiğim bişey vardı ki, doğal olan her şey de huzur var. Konu neydi yaa ! Haa ziyaret, yolculuk, hatır, gönül meselesi.
düştük tekrar yola. Tabelada nerden gördüm aklıma nerden düştü bilmiyorum kalmış işte Merzifon ilişti, baktım seksen kilometre.
- Yav, dedim. Şu Merzifon Evlerini bi görseydik ha, taa buralara kadar gelmişiz, seksen artı seksen ama değer, hı ?
- He valla dediler bizim delikanlı eşşekler. Uymaz olsalardı bana. Hadi ben eşşek, bunlar da eşşek, bak mevzuyu kes şimdi !
Merzifona girdik abicim, daha girer girmez bir gariplik olduğunu anladık ama meseleyi bi türlü çözemiyoruz. sağa çektik arabayı, arkada oturuyorum.
- Abicim bakar mısın, dedim,
- Buyur delikanlı dedi orta yaşlı bir abi.
- Burada meşhur evler varmış abi ama biz bir şey göremedik ya, dedim. Meseleyi anlayacağını düşünerek.
Şöyle bi etrafına baktı, baktı, baktı. İki katlı, normal, betonarme evleri şöyle bir süzdü, süzdü..
- Valla hemşerim, dedi. Bizim bunlarda bunlardan başka evlerimiz yok, dedi. Bizim ilerizekalı arkadaş hemen atladı,
- Abicim bu evlerin nesi meşhur yaa allaşkına dedi, bastı gaza. Kendi kendine söylendi, daha adam kendi memleketini tanımıyor yuh ! diye de uzatmasın mı ! Neyse. İlerde hem benzin alalım hemde gençlere soralım bilirler diye ilerledik. Pompada duran kardeşe
- Skati bizi ışınla, dedik, bön bön bakınca Eöğğ abicim fulle dedik. Genç espiriden anlamamıştı. Ya da bizim espirimiz o dönemde çok bayatlamıştı, yok yok bayat değil çok tazeydi. Her neysem
- Baksana kardeş, dedim. Ya burada hiç meşhur ev yok mu ? geziyoruz sabahtan beri bi numara göremedik yaa, deyince
- Abi bizim buralar, mutaassıp ailelerin yaşadığı yerler, öyle evler burada olmaz, deyiverdi.
- Bizim ilerizekalı arkadaşın kankası olan ultrazekalı diğerimiz atladı hemen,
- Kardeşim manyak mısın ta İstanbul dan bu işler için buralara gelinir mi ?
- Abicim o sizin manyaklığınız diye yapıştırıverdi deli ve kanlı olan pompacı genç, atarlıydı da biraz. Neysem biz dakka dakka bir bohemyaya batıyoruz ama içinden çıkılası değil. Kendi kendimizde "yuh bu da buranın güzelliklerinden habersiz, ilerde yaşlı bi amcaya soralım onlar bilirler" deyip cami cemaatının çıktığı Camiye yanıştık. Namazları kıldık, dışarı çıktık cigaraları yaktık, uff o zamanlar ne içiyorum. Sanırsın bir nefes çekince dünyalar içime doluyor, nalet şey, aklıma geldi bak. Rüyalarıma da giremeyesice. Yaşlı bi amcaya yanaştım;
- Canım amcam nasılsın, iyimisin, halin keyfin nasıl? dedim, biraz hoş beş ve sonra direk bodoslama konuya daldım bu kez.
- Hocam sizin buranın nesi meşhur ?
- Valla genç, dedi, biraz da gülümseyerek "bizim buranın sadece eşşeği meşhurdur" deyince bizi bi aldı kıkırdama, gülme. Aslında her birimiz konuyu hiç üstüne almadan bir diğerinin eeşkliğine gülüyorduk ya hiç kimse üstüne alınmıyordu ya neyse.
- Amca burada hani şöyle konaklar, iki katlı cumbalı evler, nohut oba bakla sofa evler yok mu ya! diye içlenerek söylendik.
- Evladım, dedi. Siz yanlış gelmişsiniz, Safranbolu Evleri bura çok uzak, dedi.
Vay canınaaa. Onca yolu yanlış mı geldik yahu, dön geri gerisin geri.
Sanırım hikayemizdeki varılan sonucun başta umulan amaçla ilgisiz oluşu gerçeği Ümmetin genel maslahatını da çağrıştıyor. Ne aradığını bilmeyen, sürekli arayış içinde didik didik ettiği Vahyin, hayatın ihtiyaçları doğrultusunda rehberliği işine yaradığını bir türlü kabullenemeyişimiz. Vahyin gönderiliş amacının umutulup yalnızca Allah2ın insanlarla iletişim kurma ihtiyacı yada kendini tanıtma zarureti çerçevesinde algınan bir zaviye ile içerisinde şifreler, sırlar, gizemler arayanların vardığı nokta da kanımca Sefranbolu değil Merzifon bohamyası. Sahi neydi Muhammedi, Musa'yı ve Yusuf'u varoşlara çeken dert. Saraydaki rahatı açın, çıplağın derdine değiştiren şey. Acaba Muhammed a.s. ve arkadaşları, Mekke'de herşey olunda giderken Allah'ın "Gelin size gezegenlerden, atomlardan, sonsuz uzaydan, kozmik boşluktan, kıldan, yünden, bir damla sudan nasıl bir varlık olarak sizi yarattım, hadi beni takdir edin alkışlayın" tatmini için mi vahyetmişti ? Hiç sanmıyorum ! Hiç sannnnnmıyorummm. Allah yaralı bir yüreğin, dertli bir yangın yeri olmuş ciğerin yangınını söndürmek, ona yol göstermek ve onun eliyle de mazlumlara arka çıkmak istiyordu. Zalimlerin karşısına işte bu ve bir avuç bu kişilerin kardeşlik örgütüyle dikiliyordu. Tüm kainatın sahibi iki ayağı üzerinde yürüyen, çelimsiz, güçsüz bir adamın diliyle konuşuyordu ve diyordu ki "Bana değil, kendinize ayıp ediyor ve birbirinize yazık ediyorsunuz" Utanılacak bir durum ki hatta yerin dibine girilesi bir durum.
Vahyin bir sebep olmadığı aslında bir sürecin olgunlaşmış sonuç olduğunu anladığımız zaman Allah'ın insana nasıl yardım ettiğini de anlamış olacağız. Hayatımıza Sünnetullah'ı ile giren, bizimle kavga eden, bizi destekleyen, omuz veren, gevşeklik gösterdiğimize ikaz eden, zafere inandıran bir Allah. Biz attıkça O atıyor, Biz dönersek O da dönüyor. İlkeli, tutarlı ve son derece insan iradesine saygılı. Onun yeryüzünde var oluş nedenini asla yalanlamayan ve asla kendisiyle çelişmeyen. O bizimle her an her saniye iletişim halinde. Nasıl mı ?
Yan yatarken değil, kahve yudumlayıp, cigara çekerken nefeslendiğimizde okuduğumuz masa başı Müslümanlığı ile değil.
Açların sofrasına oturduğumuzda O da oturuyor çünkü rızkı yalnızca O veriyor.
Garibanın sobasına kömür derdine düştüğünde O ısıtıyor.
Çıplağı giydirdiğinde güven ve huzur veriyor.
Zalime karşı çıktığında sırtını sıvazlıyor.
"Korma diyor, Korkma, Hadi Aslanım yürü, arkanda Ben varım" diyor.
Elini kulağına götürüp "Yalnızca sensin Ekber" dediğinde tüm kainatı arkana atıyor. Gözünü kartal gibi keskin, bileğini bir aslan pençesi gibi güçlü kılıyor.
Rüku ettiğinde kabul, secde ettiğinde huzur veriyor.
Yalnızca kendisine Kul edip insanı insana kulluktan kurtarıyor. Dahası bitmez, anlat anlat bitmez.
Vahiy ile ilişkimiz Yaralı Yürek- Şifalı Merhem olmadıkça el-Kitap bizi bölüyor, ayrıştırıyor, mezhepleştirip, fırkalaştırıyor. Zira mesajın kendisi değil el-Kitabın kendisi söz konusu oluyor. Ne aradığımızı bilmeden, nereye varacağımızı bilmeden daldıkça daldığımız, kazdıkça kazdığımız Vahiy tecrübesi bizi, salt sonuç odaklı kavgalara hapsediyor. Oysa Vahiy
bir Sebep-Sonuç ilişkisidir.
Tekrar etmek gerekirse;
Vahiy, bir Sebep-Sonuç ilişkisidir.
Asla ne tek başına "sebep" asla ne tek başına "sonuç" değildir. Tutarlı bir sebep sonuç süreci. ERdemli bir duruş, Sırat-ı Mustakim üzre sarsılmaz bir yürüyüş. Elçilerin başarısı işte burada gizli. Dertli bir yürek ve akabinde yaraya merhem olan Vahiy. Bu nedenle Allah,
ne aradığını bilen, nereye gittiğini gören, ne için kavga ettiğini hisseden, yumruğunu masaya vuracak adam arıyor. Farkında mısın Allah, SENİ arıyor,
Peki ya sen ?
Sen NE arıyorsun !