Issız Ada ve İnsan
Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey;
yanmayan çakmak, ıslak odun ve keyfimin kahyası.
Dur !
Bi dakka ya ! onu demicektim. Bu "ıssız adaya düşme sevdası" nerden geliyor? onu konuşacaktım.
Robinson abi batının ürettiği bir ıssız ada fenomeni, bizim İslami gelenekte de Hay var. Başka kültürlerde de farklı farklı isimler. Ama "ada" fenomeni, "mağaraya sığınma" aynı.
Peki ama insanoğlu niçin ıssız bir adaya düşmek istiyor ?
Ya da soruyu şöyle soralım;
reel hayatta tüm ihtiyaçlar zorda olsa bir şekilde karşılanabiliyorken imkanların kısıtlı olduğu bir adaya düşme isteği neden bu kadar derinden ve sarsıcı bir biçimde yoğun bir istek olarak içimizde duruyor ?
Bu sorunun pisikolocik arka planını bilmiyorum çünkü bu alanda bir kartvizitim yok, onun için bu konuda artizlik yapacak değilim ama bildiğim bişey var ki İnsanoğlunun İnsanoğluna ettiğini hiç bir şey etmemiştir. Birbirimize öylesine zulmetmişiz ki birbirimizden kaçmak için canhıraş bir adaya düşsek yeğdir. Ayrıca tüm kültürlerde yer almış "Kahraman Fenomeni"nin bilinçaltımızda oluşturduğu bir kalıntı da söz konusu.
Doğaya bırakılma, Mağaraya sığınma, Issız bir adaya düşme ilk başta bir ölüm tehlikesiyle karşıya karşıya kalma gibi bir risk taşısa da tabiat tarafından korunan ve sahiplenilen çocuk toplumlarına er ya da geç bir kahraman olarak döner. Topluma sunulan bu kahraman ister istemez tüm doğanın ve ona bağlı fenomenlerin sözcülüğünü yarı kutsallığını da üstlenmiş olur. Yarı tanrısal güçlerle donatılmış doğanın sahipliğinde ve tüm benliği ile yetim bir figür olarak karşımıza çıkan suya bırakılan çocuk, yarı tanrısal nitelikler ile toplumlar üzerinde her zaman güçlü bir söz söyleme hakkına sahip olur. Kur-an'ı Kerim toplumların bu hafızasını görmezlikten gelmez. Topluma verilecek mesajın toplum genetiğine uygun ve hatta toplum hafızasında yer etmiş fenomenler üzerinden verilmesine dikkat eder. Kur-an ı Kerimde detay gibi duran ancak çok çabuk geçilen bu ince detaylar olağanüstü bir biçimde işlenir. İşte buna verilebilecek en güzel örneklerden birisi işte bu suya bırakılan çocuk mitine karşılık gelen Musa'nın suya bırakılmasıdır. Zira Kral Sargon da bir sepetle suya bırakılmıştır. İbrahim'in mücadele ettiği Nemrud da. Ve daha nicesi. Tarkan, Tarzan, Robinson, Hay... Anne babası ölmüş böylece yetim öksüz kalarak kahramanlaşan fenomenler, Süperman, Batman, Örümcek Adam ve gırlası işte.
Kur-an açıkça tüm tarihsel süreçlerde toplumların inanç kökenine işlemiş ve bu sayede uydurulmuş bu yarı tanrısal nitelikli sözde kahramanlara meydan okurcasına kendi fenomenlerini öne sürer. Ve onlar asla bu durumu inkar edemezler. İnkar etmeleri kendi fenomenlerini de inkar anlamına gelir ki bu bir intihardır.
İşte Musa,
İşte suya bırakılan çocuk,
fenomen ise fenomen, sizin dilinizle konuşuyoruz, der Kur'an !
Bilinçaltımızda bir ıssız ada var ve İnsanoğlu ya oraya gidip kafa dinlemek istiyor ya da gidip kahraman olarak dönmek. Velhasılı bir gün, bir arkadaş bana; "gel gece zıpkınla balığa çıkalım, sen kayığı kullanırsın" dedi. Fikri bile ürkütücüydü. Gece ve deniz! Oooo !
Ama biraz merak, biraz damarda durmayan kan mı diyelim, bi de yıldızları her yerde seyretme keyfi, her yerde yok çünkü ışık kirliliği had safhada, her neyse gittik. Ben kayığı kontrol edicem, o dalıcak, balık avlıycak. Açıldık ve kayalıkların olduğu bir yere yanaştı, demirledi kayığı. Üzerini giydi, alet edavat. Bana "bekle, birazdan dönerim" dedi. O kadar karanlık ki kendi kendime "manyak bu ! bu karanlıkta nasıl görecek de balık avlayacak ?" diye düşünürken atladı suya. Aha şu ekmek musaf çarpsın ki suya giren benmişim gibi tırstım. Üstelik kalakaldım kayığın üstünde. Ortalık zindan. Ama gökyüzünün yıldızlarla dolu oluşunun büyüsüne kapıldım, seyrettim. Bir yandan tırsıyorum ama bir yandan gökyüzünden alamıyorum gözlerimi.
Muhteşemdi var yaa! anlatamam.
Neyse baktım bu biraz ilerde meğerse feneri çakmış, altta balık avlıyor. Fener yakınca onun olduğu yer aydınlık bir havuz misali gibi pırıl pırıl. Az bi zaman geçti ya da geçmedi sahil güvenlik sen gel bizi paketle götür. Meğer gece fenerle balık avlamak yasakmış. Feneri balığın gözüne çakınca balık kalakalıyor bu da kolaydan balıkları avlayıp millete artizlik yapıyormuş, üstelik beni de kayıkçıbaşı yaptıydı. Her neyse işte tufaya geldik ama sormadan edemedim "manyak mısın olm sen bu karanlıkta giriyon denize, korkmuyor musun?" Bilader bi cevap verdi o gün bu gündür hiç unutmam; "Bak dedi ciğerim, denizde de karada da hayvanlar sadece İnsandan korkarlar, ben niye korkayım. Ben insandan korkarım, Asıl insandan kork" dedi.
Haklıydı. İnsanoğlu öldürüyor, zulmediyor, yerinden yurdundan sürüyor, aç bırakıyor, açıkta bırakıyordu. Kur’an hep bunu haykırıyordu. Allah bize "birbirinize ettiğiniz yetmedi mi !" demek için vahyediyordu.
"Vay bee dedim kendi kendime ne laf ! "
Şimdi ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şeyi buldum;
hiç bi şey,
hiç bi şey,
hiç bi şey...
yanmayan çakmak, ıslak odun ve keyfimin kahyası.
Dur !
Bi dakka ya ! onu demicektim. Bu "ıssız adaya düşme sevdası" nerden geliyor? onu konuşacaktım.
Robinson abi batının ürettiği bir ıssız ada fenomeni, bizim İslami gelenekte de Hay var. Başka kültürlerde de farklı farklı isimler. Ama "ada" fenomeni, "mağaraya sığınma" aynı.
Peki ama insanoğlu niçin ıssız bir adaya düşmek istiyor ?
Ya da soruyu şöyle soralım;
reel hayatta tüm ihtiyaçlar zorda olsa bir şekilde karşılanabiliyorken imkanların kısıtlı olduğu bir adaya düşme isteği neden bu kadar derinden ve sarsıcı bir biçimde yoğun bir istek olarak içimizde duruyor ?
Bu sorunun pisikolocik arka planını bilmiyorum çünkü bu alanda bir kartvizitim yok, onun için bu konuda artizlik yapacak değilim ama bildiğim bişey var ki İnsanoğlunun İnsanoğluna ettiğini hiç bir şey etmemiştir. Birbirimize öylesine zulmetmişiz ki birbirimizden kaçmak için canhıraş bir adaya düşsek yeğdir. Ayrıca tüm kültürlerde yer almış "Kahraman Fenomeni"nin bilinçaltımızda oluşturduğu bir kalıntı da söz konusu.
Doğaya bırakılma, Mağaraya sığınma, Issız bir adaya düşme ilk başta bir ölüm tehlikesiyle karşıya karşıya kalma gibi bir risk taşısa da tabiat tarafından korunan ve sahiplenilen çocuk toplumlarına er ya da geç bir kahraman olarak döner. Topluma sunulan bu kahraman ister istemez tüm doğanın ve ona bağlı fenomenlerin sözcülüğünü yarı kutsallığını da üstlenmiş olur. Yarı tanrısal güçlerle donatılmış doğanın sahipliğinde ve tüm benliği ile yetim bir figür olarak karşımıza çıkan suya bırakılan çocuk, yarı tanrısal nitelikler ile toplumlar üzerinde her zaman güçlü bir söz söyleme hakkına sahip olur. Kur-an'ı Kerim toplumların bu hafızasını görmezlikten gelmez. Topluma verilecek mesajın toplum genetiğine uygun ve hatta toplum hafızasında yer etmiş fenomenler üzerinden verilmesine dikkat eder. Kur-an ı Kerimde detay gibi duran ancak çok çabuk geçilen bu ince detaylar olağanüstü bir biçimde işlenir. İşte buna verilebilecek en güzel örneklerden birisi işte bu suya bırakılan çocuk mitine karşılık gelen Musa'nın suya bırakılmasıdır. Zira Kral Sargon da bir sepetle suya bırakılmıştır. İbrahim'in mücadele ettiği Nemrud da. Ve daha nicesi. Tarkan, Tarzan, Robinson, Hay... Anne babası ölmüş böylece yetim öksüz kalarak kahramanlaşan fenomenler, Süperman, Batman, Örümcek Adam ve gırlası işte.
Kur-an açıkça tüm tarihsel süreçlerde toplumların inanç kökenine işlemiş ve bu sayede uydurulmuş bu yarı tanrısal nitelikli sözde kahramanlara meydan okurcasına kendi fenomenlerini öne sürer. Ve onlar asla bu durumu inkar edemezler. İnkar etmeleri kendi fenomenlerini de inkar anlamına gelir ki bu bir intihardır.
İşte Musa,
İşte suya bırakılan çocuk,
fenomen ise fenomen, sizin dilinizle konuşuyoruz, der Kur'an !
Bilinçaltımızda bir ıssız ada var ve İnsanoğlu ya oraya gidip kafa dinlemek istiyor ya da gidip kahraman olarak dönmek. Velhasılı bir gün, bir arkadaş bana; "gel gece zıpkınla balığa çıkalım, sen kayığı kullanırsın" dedi. Fikri bile ürkütücüydü. Gece ve deniz! Oooo !
Ama biraz merak, biraz damarda durmayan kan mı diyelim, bi de yıldızları her yerde seyretme keyfi, her yerde yok çünkü ışık kirliliği had safhada, her neyse gittik. Ben kayığı kontrol edicem, o dalıcak, balık avlıycak. Açıldık ve kayalıkların olduğu bir yere yanaştı, demirledi kayığı. Üzerini giydi, alet edavat. Bana "bekle, birazdan dönerim" dedi. O kadar karanlık ki kendi kendime "manyak bu ! bu karanlıkta nasıl görecek de balık avlayacak ?" diye düşünürken atladı suya. Aha şu ekmek musaf çarpsın ki suya giren benmişim gibi tırstım. Üstelik kalakaldım kayığın üstünde. Ortalık zindan. Ama gökyüzünün yıldızlarla dolu oluşunun büyüsüne kapıldım, seyrettim. Bir yandan tırsıyorum ama bir yandan gökyüzünden alamıyorum gözlerimi.
Muhteşemdi var yaa! anlatamam.
Neyse baktım bu biraz ilerde meğerse feneri çakmış, altta balık avlıyor. Fener yakınca onun olduğu yer aydınlık bir havuz misali gibi pırıl pırıl. Az bi zaman geçti ya da geçmedi sahil güvenlik sen gel bizi paketle götür. Meğer gece fenerle balık avlamak yasakmış. Feneri balığın gözüne çakınca balık kalakalıyor bu da kolaydan balıkları avlayıp millete artizlik yapıyormuş, üstelik beni de kayıkçıbaşı yaptıydı. Her neyse işte tufaya geldik ama sormadan edemedim "manyak mısın olm sen bu karanlıkta giriyon denize, korkmuyor musun?" Bilader bi cevap verdi o gün bu gündür hiç unutmam; "Bak dedi ciğerim, denizde de karada da hayvanlar sadece İnsandan korkarlar, ben niye korkayım. Ben insandan korkarım, Asıl insandan kork" dedi.
Haklıydı. İnsanoğlu öldürüyor, zulmediyor, yerinden yurdundan sürüyor, aç bırakıyor, açıkta bırakıyordu. Kur’an hep bunu haykırıyordu. Allah bize "birbirinize ettiğiniz yetmedi mi !" demek için vahyediyordu.
"Vay bee dedim kendi kendime ne laf ! "
Şimdi ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şeyi buldum;
hiç bi şey,
hiç bi şey,
hiç bi şey...