Kedinin kabahatini önüne koyarlar, öyle döverler...

Her birimizin imtihanı bireysel ise niçin Allah sadece belli dönemde ve belli coğrafyalara elçiler göndermiş ?

Niçin her birimizin bir ömür içinde şahit olacağı bir elçi göndermiyor ?

Bu ve benzer soruların makul karşılanabilir, sorgulanabilir taraflarıı elbette mümkün. Beyin jimnastiği yapılabilecek bir soru ancak bu soru çok acı bir sorudur. Tarihin derinliklerinde insanın içini cız ettiren cevaplar barındıran bir soru. Her bir bireyin imtihanın şahsi oluşu, ödül ve cezasının bireysel oluşu sebebin de şahsiliğini zorunlu kılar gerekliliğini düşündürür. Ya da daha bir çok mantıksal beyin faaliyetleri ile cevaplanacak soru ya da soru içinde cevaplar. Yani yıl 2017 ve sen Antartika da küçük bir kasabada yaşıyorsun. Somon avlıyor ve evini geçindiriyorsun. Evde sorunlar, işte sorunlar, kasabada sorunlar var. Allah'ın buraya, senin görüp konuşabileceğin, davasına destek ya da köstek olabileceğin birisini göndermesi gerektiği son derece mantıklı bir düşüncedir. İlla büyük şehirlere göndermez Allah elçisini. Dönemin Mekke'si ölçeklendiğinde; Bizans'ın ve Kisra'nın şehirleri İstanbul, Mekke ise Hakkari bile kadar sayılmazdı. Her birimizin yaşadığı döneme hadi kasaba değil de şehre ya da ülkeye olsun bir elçi gönderebilirdi.

Ama göndermemiş ! göndermiyor...

Oysa Kur'an'ı Kerim de aynı dönemde yaşamış hatta baba-oğul, baba-oğul-torun, amca-yeğen peygamberlerin olduğunu öğreniyoruz. Bizim yaşadığımız dönemde hiç yokken aynı dönemde birden fazla elçiye de şahit oluyoruz. İbrahim, İsmail, İshak, onların oğlu Yakub ve oğlu Yusuf gibi. İbrahim ve yeğeni Lut gibi. Zekeriya-Yahya-İsa gibi.

Allah niçin her bir kişinin yaşadığı dönem için elçi göndermiyor? sorusunun doğru cevabı aslında bizim İnsanoğlu olarak geçmişte vahye karşı nasıl davrandığımız ile ilgili.

" ...onlara hiçbir elçi gelmedi ki, o'nunla alay etmesinler." 22/Hicr-52

"...Bununla birlikte, senden önce her ne zaman bir elçi ya da haberci göndersek ve bu (elçi ya da haberci) ne zaman (uyarılarına olumlu tepkiler almayı) umut etse, Şeytan mutlaka o'nun güttüğü nihai amaca gölge düşürmeye kalkışmıştır; ama Allah Şeytan'ın düşürmeye çalıştığı gölgeyi giderir ve mesajlarını kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılar ve birbirleriyle açıklar; çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle edip eyleyen, mutlak ve sınırsız bilgi Sahibidir." 28/Kasas-47

Allah'ın her topluma uyarıcılar gönderdiği aşikar. Kur'an bu konuya sıkça değinir ve "Biz bir topluma uyarıcılar göndermedikçe onlara azab edecek değiliz" diyerek eğitimi verilmemiş imtihanın olmayacağını bildirir. Ancak Kur'an yine gelen elçilere yapılan zulmün çeçitliliğini de dillendirir. Karalama, alaya alma, gelen elçiye şapkandan tavşan çıkarttırmadıkça inanmama, tehdit, şantaj ve hiç sonuç alınamadığında öldürme. İnsanoğlunun çok az bir kısmı hariç vahye duyarlı davranmamıştır. Kur'an, aklını gereği gibi kullanmayanlara hak ve hakikati hatırlatarak gerçek kurtuluş yolunu gösterk, aklını kullanmayanları kullanarak geçimlik sağlayan sahtekarlara, firavunlara ve nemrutlara ise haddini bildirmek, Allah'a gönülden bağlı kalarak sorumluluk bilinciyle hareket edenleri desteklemek için gelmiştir. Kur'anın mesajı basit, yalın ve özdür. Kısa zamanda söylenmesi gereken ne varsa söylenmiş ve bir bilinç mirası bırakarak kitaplaşmıştır. Sorunumuz bu bilinci almak yerine sonrasında kitaplaşan matbuat üzerinde birbirimizin kafasını gözünü yarmak.

Allah'ın tekrar elçi göndermiyor oluşunun birinci nedeni elçilerin başına gelenler, geride bıraktığı mirasın başına gelenlerdir.

Bir diğer sebep ise;

her bir toplum ve kültüre ayrı ayrı ve bir ömür dilimi içinde yaşan insan sayısı kadar elçi göndermenin mesajı gölgeleyecek olmasıdır. Çünkü her bir toplum ve kültürde yerleşik inanç ve değerler farklılık göstermekte ve çeşitlenmekte bu nedenle insanlar arası uyum zorlanmaktadır. Bu nedenle Vahyin mümkün olduğunca az sayıda ve öz bir biçimde gelmesi gerekmektedir. Aksi takdir de 1400 yıldır bizim Kur'an ettiğimiz gibi her bir toplum kitabı yine tanınmaz hale getirecek ve kaos oluşacaktır. Zaten bu sorunun teknik boyutunu İnsanın vahye karşı davranış biçimi oluşturmaktadır. İnsan çok az sayıda emri kendi iyiliği adına almış olsa ve hayata geçirmiş olsa zaten vahye de gerek kalmayacaktı. Tüm gönderilmiş elçiler aynı şeyleri söylemiş aynı değerleri ayağa kaldırmış olmasına rağmen İnsanoğlu hala aynı sorunlar etrafında dönüp dolaşmaktadır. Yani eski olan bir şey olmadığı gibi yeni olan bir şey de yoktur. Yeni bir elçi gelip de İnsanoğluna yeni ya da eski söyleyecek hiç bir şeyi kalmamıştır. Zira İnsan varolduolalıberi hala öldürüyor, bozgunculuk çıkarıyor, birbirini yerlerinden yurtlarından sürüyor, zina ediyor, kafayı çekiyor, haksızlık ediyor,zulmediyor.

Peki ama geçmiş ümmetlerin olumlu ya da olumsuz böyle davranıyor olması bizim suçumuz mu ? Biz onların yapıp ettikleri nedeniyle niçin bir elçi gönderilmesinden mahrum bırakılıyoruz ?

İşte bu sorunun doğru cevabı da toplam insanlık tarihinde yine insanın davranış biçimiyle ilgili. Hiç bir zaman İnsanoğlu ilkel olandan ilerlemiş olana doğru bir olgunluk seviyesi izlemiyor.

Aksine gittikçe ilkelleşmek için modernleşiyor. Öylesine modern öldürüyor ve yok ediyor ki artık sayılar yalnızca bir istatistikten ibaret. Zira insanoğlu olarak iptidai süreçlerden geçerken uyarılmış olmak bu gün tekrar tekrar uyarılmayı gerektirmez. Sorunumuz Vahyin özünü anlamamak, anladığını uygulamamak, vahyi üç kuruşa satmak. İnsanoğlu böyle bir varlık. Topluca bilinç olarak bizler artık vahyin ana fikrinin ne olduğunu biliyor durumdayız. Allah'ın büyük kavgasının ne olduğunu biliyor durumdayız. Allah yeryüzünde akan kanı durdurmak, haksızlığı önlemek ve özetle insanın insana tahakkümüne son vermek istiyor. Bunu da salt kendisi istediği için "Kainatın sahibi benim, benim dediğim olur" egosuyla yapmıyor. O'nun Kudret ve Gücü asla test edilemez !!! Kahhar sıfatı olan bir Yaratıcının güç gösterisinde bulunmaya ihtiyacı yoktur. Sorun bizim sorunlarımız ve O bize rehberlik etmek istiyor, yol göstermek istiyor. Çünkü O yarattıklarını asla başıboş asla bırakmıyor !

Vahiy aslında tüm toplumsal süreçlerde insan onurunu ayağa kaldırmak, ona izzet ve şeref kazandırmak istiyor. Onu yeryüzünde bir cennette ebedi kalacak şekilde huzur içinde iskan etmek istiyor. Varoluşun başlangıcından itibaren Allah, rahmeti gereği yol gösterip yolunu aydınlatmak istiyor. Yeryüzü İslam olsun, yeryüzünde barış ve esenlik daim olsun istiyor. Bunu da sırf bizim canımız yanmasın, burnumuz kanamasın diye istiyor;

“İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Kur’an-ı Kerim, Fussilet suresi, 34. ayet.)

“Düşmanın acıkmışsa doyur, susamışsa su ver. Bunu yapmakla onu utanca boğarsın. Ve Rab seni ödüllendirir.” (Kitab-ı Mukaddes, Süleyman’ın Özdeyişleri, 25/21, 22.)

“Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün. Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin.” (İncil, Matta, 5/40-42.)

Bizlerin yaşadığı çağa ve döneme ilişkin yeni bir elçi bekleyişi boş, anlamsız ve beyhude bir bekleyiştir. Zira yeni gelecek olanın yeni söyleyeceği hiç bir şey kalmadı. Kur'an bile Tevratı tasdik etmek için geldim diyorsa artık yeni bir peygamber beklemek yerine Allah'ın Kahramanı olmaya aday olmak, çalışmak, yorulmak daha sonra başka işlere koşmak gerekiyor. İmtihanın biresel oluşu elçinin de her bir bireye dirsek temasında olmasını gerektirmiyor. Zira tarih önümüzde, hayat önümüzde, yaşananlar önümüzde, Kur'an ın bıraktığı ana mesaj önümüzde duruyor. Detaylarda boğulmazsak Kur'an bize sanki dün yazılmış gibi bas bas bağırıyor. O canlı bir kitaptır ki onu öldüren bizim mezheplerimiz, fırkalarımız, kişisel hırslarımız, bölük bölük birbirimizden ayrılmamız.

Ayrı gayrı oku dur Kur'anı.
Kes ahkamını bir diğerine,
Kes ahkamını yeni bir şey buldum deyip gir edebi derinliklerine.
Girdikçe girdik ve şimdi yediğimiz vurgunun farkında değiliz.

Peki abi şimdi n'apacaz ?

Bizim işi gücü bırakıp bu sorunu çözmeye ne gücümüz yeter, ne kartvizitimiz hemi !
Pekii.
Şunu yapacağız canım kardeşim,
Kur'anı okurken ayetlerin detaylarında boğulmayıp verilen kavganın ana mesajına odaklanacak, ana fikri alıp geri kalan kısmı için birbirimizi ötekileştirmeyeceğiz. Kur'anın ana fikri ise sosyolojik sorun odaklı çözümlerdir. Mekke-Medine dönemi var olan sorunlar form ve biçim değiştirerek aynen devam ediyor. Ondan önce de vardı. Nuh'un kavminde, İbrahim'in kavminde, Musa'nın kavminde...
aç var mı, var...
çıplak var mı, var...
bizi aç ve çıplak bırakan var mı, var...
kadınların hakları tastamam veriliyor mu, hayır...
kadınlar boşanma hakkına sahip ama boşanınca eski kocası onu katlediyor mu, ediyor...
tastamam mirastan pay alıyor mu, örneğin güneydoğu da hala alamıyor...
gasp, yağma, adam öldürme, insanları yerlerinden yurtlarından sürme devam ediyor mu, ediyor...
kölelik ! kredi kartı mağduriyeti, banka kredisi mağdurları var mı, var...
kafayı çekip mahallede volta atan var mı, olmaz mı !...
var, varrr, varrrrrr...

Sorun da çözümlerde değişmedi.
Kavga büyük, kadim ve eski.
Aynı kavganın tarafları da eski. Hiç bir şey değişmiyor. Çünkü İnsanoğlu değişmedi.
Kavga aynı, kavgacılar aynı. Bizler artık eski bir kavganın yeni kavgacıları olmak zorundayız. Tekrar vahyin gelmesine gerek yok canım kardeşim, gelse yeni ne söyleyecek ki !

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an ışığında ebelik !

Koşun Kavga Var !

Kadir Gecesi Bulundu !

"Kitapsız"lık Yapma !

Ben, Biz, O. Allah Kur'anda neden farklı zamirler kullanır ?

Allah'ın Kahramanı Sensin e-kitap olarak çıktı !.

Kuyruğu Kopartan Tilki Masalı

Musa, Ekmek ve Özgürlük - ÇIKTI

Hoş geldin On bir ayın sultanı Gastronomi

Sünnilik bir Din midir ?