Felçli Ümmet

   İslam'ın tarihsel süreçte senkretizme (sentezlenme, etkileşim) uğramadığını söylemek çok zordur. Bunun en güzel örneklerinden birisi olarak Muhammed a.s zamanındaki Mescid fonksiyonunun, Mabed fonsiyonuna evrilmesinden rahatlıkla anlayabiliriz.

   Sade, gösterişten uzak ve asıl hedefi mescid, cami, külliye yapmak olmayan ilk dönem Müslümanlarının yerini, daha sonra, işi gücü sadece bu iş olan meslekler devraldı. Mabed inşa etmek, içini dayamak döşemek büyük zanaat isteyen bir iş oldu. Tıpkı hayatın ve insanın varoluş nedeninin Sümerlerde "Tanrı evini yapmamız için bizi yarattı" indirgenmesi şeklinde anlaşılsın istenmesi gibi. Günümüzde benzer bir misyon yüklenmiş Camii derneklerinin de öylesine kulis ve hiyerarşik yapısı vardır ki tüm iş güç bırakılıp varsa yoksa Camii'nin şadırvanı, kliması, halısı, çay ocağı, girişi, çıkışı, boyası badanası çerçevesine hapsolmuş salt din anlayışı, Vatikan'ın Papa seçimleri ile başa baş gider. Sümer din anlayışından da farkı yoktur. "Allah bizi sadece Cami yapalım diye yarattı !"

   Sorunun aslında başlangıç dönemi Emevi ve Abbasi Hilafetleri dönemine dayanıyor ve Muhammed a.s'ın içini DEĞERLER ile doldurduğu Camiler, yerini alabildiğince süslenmiş görkemli yapılara bıraktı. Hıristiyan Katedralleri ya da Budist Mandirlerinden pek de farkı kalmadı aslında ibadethaneye yüklediğimiz anlam. Müslümanlar DİNDARLIKLARINI değer odaklı olan EYLEM yerine güç, kudret ve ihtişam göstergesi mabedlerle ifade etmeye başladılar. Osmanlı, bu gösteriş ve ihtişamın içini biraz olsun misafirhaneler, kütüphaneler ve diğer sosyal dokuyu canlı tutacak şeylerle doldurdu ancak yetmedi, Osmanlı'da da bu gelenek sürüp devam etti.

Ne diyorduk senkretizm.

   Din, hiç bir zaman bir toplumun kendi kültüründe ortaya çıktığı saf haliyle kalamaz. Çünkü toplum canlı bir organizmadır ve hareket halindedir. Toplumların coğrafi sınırları değiştikçe, ekonomik ve siyasi sebeplerden de etkilenerek zamanla diğer toplumların inançlarından etkileşir. İslam'ın kendisi olmasa da gerek temsil unsurları, gerek anlama çabaları bu durumdan etkilenmiştir. Özellikle İran etkisi meal çeviriler, hadis, kelam, fıkıh, akaid ve kavram gibi neredeyse tüm alanlarda öylesine yoğun bir biçimde hissedilir ki. Bunu ayetlerin çevirisinde, geleneklerde, icra edilen ritüellerde, gündelik yaşantıya yansımış boş inançlarda ya da kültürel sunumlarda fazlasıyla görmek mümkündür.

   Örnekler üzerinden gitmek gerekirse Bakara Suresi 30. Ayet Halifelik meselesi, buna en iyi örneklerden birisidir. Ayette geçen kelime kök itibariyle MUHALİF olmak iken İran tesiri ayet çevirisine verilen anlamı daha çok eski İran inançlarındaki ZİLLULLAH (Tanrının yeryüzündeki gölgesi) bağlamında çevirilere anlamlandırarak yerleştirmiştir. Ayette anlatılan da yeryüzüne bir HALİFE tayini değil, varlık sahnesine ilk defa bir MUHALİF varlık çıkacak olmasıdır. Meleklerin şaşkınlığı da bunadır. Tüm tasvir de bu yöndedir. Ancak tüm İslam geleneğinde insanın asli görevi sanki yeryüzünü imar etmektir !

   Bir diğer örnek de kavram olsun. İlk dönem tüm tefsirlerde EHLİ BEYT kavramı "Peygamber eşleri" iken daha sonraki tüm tefsir ekolleri bunu Peygamberin ailesi, soyu sopu halkasınca genişlettiler. İran Şii'liğinin dayandığı en temel dayanak tam da budur.

Yine Ayetten gidelim; Bakara 146 ya bir bakalım;

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." şeklinde çevrilen tüm meallerde, parantez içindeki kelime PEYGAMBER olarak yazılır ancak ilk dönem tefsirlerin hepsinde bahse konu özne KABE'dir. Peygamberi kutsamanın değişmeyen geleneği yine devam etmiştir. "Olmasaydın olmazdık" hezeyanları ya da "İncil'de Muhammed'in geleceği yazılıdır" herzeleri hep bu olağan dışı peygamber arayışının ortaya çıkardığı sakatlıklar ve kanıt üretmeleri için sahtekarlıklardır. Ayetler bu ve benzer amaçlar için eğilip rahatlıkla bükülür. Kur'anda "ağızlarını eğip büküyorlardı" denilerek yoldan çıkmaya örnek gösterilen Yahudilerle bizim ne işimiz olabilir ki değil mi !

   Devam edelim, 
gelenekten bir örnek verelim; Camiilerde yapılan "minare"nin ne için var olduğu hepimizce malumdur; yüksek bir yerden okunan ezanın herkesçe duyulması içindir. 
Ancak adı biraz ilginç değil ! 
mi-nar-e. 
Buradaki asıl kelime farsçada ki NAR yani ATEŞ'tir. Mecusi gelenekte ATEŞ kutsaldır. Tüm işler ateşe bağlıdır. Yemeğin pişmesi, ısınma, aydınlanma v.s. Ezan okunan yere İslam'i terminolojide "çağrı" ya da "sesleniş"le ilgili bir isim verilmemiş olması çok enteresandır. Yanlış bilinen bir şey de ateşin Mecusi inancında tanrı sanılmasıdır. Mecusiler ateşe tapmazlar, sadece günde beş vakit kıldıkları namazın yönü için kullanırlar. Müslümanların zahiren Kıbleye dönmeleri gibi.

   Mecusiler de Müslümanlar gibi günde beş vakit namaza dururlar ve bunu ateşe yönelerek yaparlar. Güneşin doğuşundan öğlen 12:40’a kadar olan namaza ‘Havan Geh’
öğlen 12:40 ile 15:40 arasındakine ‘Rapithavan Geh’
15:40 ile günbatımına kadar ki namaza ‘Ujiren Geh’
günbatımından 24:40’a kadar olan namaza ‘Aiwisuthrem Geh’
24:40’dan güneşin doğuşuna kadar kılınması gereken namaza ise ‘Ushahin Geh’ denir.

   İslam'i gelenekte Camilerimizde adı MİNARE olan ve ezan okuduğumuz yerin gerçek Farsi anlamı; ATEŞGEDE'dir. ATEŞ YANAN/YAKILAN YER. Çünkü Mecusilikte ateş asla sönmez,sönmemelidir ve ateşin sürekli yanık tutulduğu yere "ateşgede" denir. Minare; ateşim(iz)in yandığı yer, ya da "ateş yerimiz" anlamına gelir.

Sadece bunlar mı,
kandiller, peygamberin doğum günü, kutlu doğum haftası, Şii'lerin gulat yasları. Mevlitler...
Tümü İslam örtüsü altında kendini ifade etmek isteyen motiflerdir.

Eee? ne anlatıyorum...
İslam bozuldu demeye mi getiriyorum,
yoo..

onu demiyorum. İslam bozulmaz.Çünkü İslam gelenek değildir, gelenek yoluyla sentezlenme ihtiyacı duymayan her şeydir.

   İslam hep aynı İslamdır ve her Peygamber döneminde kendi orjinalitesine çekilmiştir. İslam iyi ve güzel olan her şeydir. İyilik, Adalet, Merhamet, Barış, Kardeşlik, Hakça bir bölüşüm ve yaşamdır, hukuka bağlılık, emeğe saygıdır. Alınterinin hakkını zamanında vermektir, zina etmemek, içki içmemek, haksız bir cana kıymamak, çalmamaktır. Yani dünyanın neresine gidilirse gidilsin her toplum tarafından garipsenmeyecek, dışlanmyacak DEĞERLER değerler bütünüdür. 
Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'in de dediği gibi; "Benim için iyi, doğru ve güzel olan ne varsa hepsinin diğer adı İslam'dır."
   Bu noktadan hareketle, İslam'ın temsili noktasında mezhepleşen, tarikat ya da cemaatleşen, hizip, fırka çeşitliliğine bürünen adı farklı ama aynı kapıda ikamet eden tüm kurumlar aslında İslam'ın sentezlenmiş bir parçasını hakikatın kendisi zannetme ya da yutturma yanılgısıdır. Gündelik teolojik tartışmalarda işte bu kandırmaca ve dolandırıcılık faaliyetlerinin bir ürünüdür. Yukarıda sayılan hiç bir değer için Müslümanlar FARKLILAŞAMAZLAR, 
FIRKALARA AYRILARAK PARAMPARÇA OLAMAZLAR öyle değil mi !

   Müslümanların bu ve benzeri sanal gündemlerden kurtulup "değer" eksenli projeler üretmesi, hayata yayması ve yaşanması için ortamlar oluşturması asıl dinin temsilidir. Diğerleri üzerinde yapılan her tartışma geçmiş ümmetlerin içine düştüğü hatanın bir tekrarından ibarettir. İslam basit, yalın ve dünyanın her yanında geçerli olandır. Açı doyurmanın, çıplağı giydirmenin hiç bir mezhebi farklılığı yoktur, olamazda öyle değil mi !

   Öyleyse bunca gereksiz tartışma nedeniyle tüm coğrafyalarımızdaki kan ve gözyaşı
bizim paramparça oluşumuz nedeniyle zayıflığımız yüzünden değil mi !
Ümmete inen bu felç neden !
neden, neden! neden...



Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an ışığında ebelik !

Koşun Kavga Var !

Kadir Gecesi Bulundu !

"Kitapsız"lık Yapma !

Ben, Biz, O. Allah Kur'anda neden farklı zamirler kullanır ?

Allah'ın Kahramanı Sensin e-kitap olarak çıktı !.

Kuyruğu Kopartan Tilki Masalı

Musa, Ekmek ve Özgürlük - ÇIKTI

Hoş geldin On bir ayın sultanı Gastronomi

Sünnilik bir Din midir ?