İçimizdeki Gıcır'tılar

Büyük bir krallığın sarayında, her şeyin en güzel ve en lüks olanı vardı. Altın kaplamalı duvarlar, ipekten yataklar, sonsuz ziyafetler… Prens Gıcır, doğuştan gelen bir ayrıcalığa sahipti. Hiçbir zahmet çekmeden, istediği her şeye kolayca ulaşabiliyor, dünyanın tüm zevklerini tadıyordu. Yani anlayacağınız Prensin keyfi gıcırdı. Halk ise dışarıda, kasaba köylerinde her gün ekmek bulmak için mücadele ediyordu. Yoksulluk ve açlık içinde yaşayan insanlar, sabahları tarlalarına çalışmaya gidip akşamları yorgun bir şekilde geri dönüyorlardı. Ama sarayda, Gıcır için yaşam bir eğlenceden ibaretti.

Bir gün, Gıcır bir anda kayboldu. Sarayın içindeki muhafızlar, danışmanlar ve soylular, onu her yerde aradılar, fakat nehrin derinliklerine ya da uzak dağ köylerine kadar hiç bir iz bulamadılar. Bu kayboluş, halk arasında ve sarayda büyük bir korku rüzgarı estirdi. "Bir felaket mi olacak?" diye fısıldadılar kendi aralarında. "Prens öldü mü?" diye düşünenler de oldu. Günler sonra Gıcır, saraya geri döndü, fakat yüzü değişmişti. Artık eski halinden eser yoktu. Gözlerinde bir boşluk, bakışlarında ise soğuk bir kararlılık vardı.

Saray halkı Gıcır’ın dönüşünü kutlamak için büyük bir kutlama düzenledi. Ama Gıcır, kutlama yapmadı. Halkı meydanlara çağırdı ve onlara çok önemli bir şey söylemek istediğini duyurdu.

"Halkım," dedi Gıcır, "Ben uzun zaman kaybolmuştum, ama bu kayboluş bana büyük bir ders verdi. Dışarıdaki dünyada, hepimiz daha çok şey istiyoruz, değil mi? Hepimizin bir arzusu var: Ekmek, su, iş… Daha fazlası. Ama şunu fark ettim: İstediğiniz her şey, sadece daha fazla isteğe yol açar. Bu sonsuz istekler sizi bir içinden çıkılmaz bir çarka sokar. Sizler hep daha fazlasını isteyeceksiniz, ama bu hiç bitmeyecek. Çünkü asıl mutsuzluk işte bu sürekli arzuda gizlidir."

Halk, Gıcır’ın söylediklerine şaşkınlıkla bakıyordu. Birçok kişi, bu konuşmayı anlamakta zorlandı, çünkü her gün hayatta kalmak için mücadele ederken, Prens’in söyledikleri bir yabancı kavram gibi geliyordu. Ancak Gıcır devam etti:

"Gerçek mutluluğu bulmak için hiçbir şey istememelisiniz. İsteklerinizi terk edin, çünkü istekler, sizleri birbirinize düşüren, sizi aşağı çeken tek şeydir. Ne ekmek, ne su, ne iş… Hiçbir şey istemeyin. Çünkü mutlu olmak için sadece sahip olduğunuzla yetinmeyi öğrenmelisiniz. Eğer bunu yaparsanız, huzuru bulabilirsiniz. Ben de huzuru buldum ve burada sizlere bunu öğretiyorum."

Halk yine şaşkınlık içindeydi. Ama aralarından bazıları, prensin söylediklerini kendi çıkarlarına göre şöyle yorumlamaya başladılar. "Evet," dediler, "bizim için her şeyin çözümü, isteklerimizi terk etmekte yatıyor. O zaman daha fazla şey istemeyelim. Tarlalarımıza daha fazla iş gücü sağlayacağız, daha çok çalışacağız ama daha az bekleyeceğiz. İstememek, bir tür erdemdir."

Halkın büyük bir kısmı, bu mesajı benimsemeye başladı. Ama bu sadece bir başlangıçtı. Gıcır’ın söyledikleri, halkın içindeki beklentileri ve arzuları yok etmek adına, aslında onları daha da büyük bir sömürüye hazırlamak için bir stratejiye dönüşmüştü.

Gıcır, halkın sürekli olarak 'daha fazlasını istememesi' gerektiğini söyleyerek, işçilerin ve köylülerin taleplerini susturdu. Hiçbir şey istemeyen, sadece mevcut durumlarına razı olan bu insanlar, artık daha fazla çalışmak zorunda olduklarını, çünkü huzurun ancak bu şekilde sağlanabileceğini düşünmeye başladılar.

Devlet, bu yeni paradigma ile halkı, daha fazla çalışmaya, daha çok üretmeye ve daha az beklemeye teşvik etti. Prens Gıcır'ın söyledikleri halk arasında yayılınca, halkın talepkar sesi iyice kısılmaya başladı. Daha çok çalışan ama daha az isteyen insanlar, aslında sömürüye daha yatkın hale gelmişlerdi. Krallığın en zenginleri, Gıcır’ın öğrettiklerini halkın üzerinde baskı kurmak için kullandılar. Çünkü bu yeni düşünce yapısı, sömürüye karşı hiçbir direnişi beslemiyor, halkın gözlerini üzerine çekmeden, pasif bir şekilde çalışmaya devam etmelerini sağlıyordu.

Bu hikayedeki Gıcır’ı sen Budizm'in kurucusu Buddha olarak biliyorsun. Buddha'nın öğrettiği "Arzularından vazgeç" tavsiyesi, bir bakıma insanı hayattan soyutlar. İnsanları dünyanın acılarından, zorluklarından kurtulmak amacıyla arzularından sıyrılmaya çağırmak, onları yaşadıkları toplumla ve kültürle bağlarını koparmaya yönlendirmek anlamına gelir. Bu, yalnızca bireyi bir yolda bırakmakla kalmaz, aynı zamanda insanlık adına önemli bir yanılgıdır. Çünkü, ister kabul edelim ister etmeyelim, arzular, toplumu ve dünyayı ilerleten gücün ta kendisidir. İnsanın toplumsal ilişkileri, gelişimi ve üretimi de, tıpkı arzuladıkları şeyler gibi, ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda şekillenir. Arzuların terk edilmesi, bu dünyadan ve toplumdan soyutlanmaya, temelde insanlığın yaşamayı arzuladığı ve mutlu olduğu dünyadan kaçmaya davet eder.

Ve aynı şekilde, bu anlayış, Tasavvuf gibi öğretilerle Anadolu'ya da taşınmıştır. "Bir lokma, bir hırka" düşüncesi, İslam'ın insana verdiği değer derinliğinden yoksundur. Yoksulluk ve çile, insanların kendilerine yüklediği manevi bir idealleştirmenin arkasına gizlenmiş bir tür dışavurumudur. Ancak ne yazık ki, gerçek dünya böyle değildir. İnsanlık sadece bu dünyada var olur, yaşar ve kendi arzularını gerçeklik ile harmanlar. Tasavvuf, insana arzu ve hırslarından vazgeçmesini önerirken, bu tavsiye çoğu zaman fakirliğin yücellenmesiyle karışır. Burada, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin gerçekte bir hakikat olduğu gözden kaçırılır. İnsan, yalnızca ve yalnızca dünyanın "manevi" yanını arayarak bu gerçeği reddederse, kendi içinde kapanan bir döngüye girer. Bu öğreti, işçi, köylü ya da toplumun diğer katmanları için sadece daha fazla fedakarlık, daha çok yoksulluk ve daha az istekle sonuçlanır.

Bu öğretiler bazen halkın gözlerini boyamak, onları daha fazla üretmeye, daha çok çalışmaya zorlamak için kullanılır. İstememek, arzularından vazgeçmek sadece bir tür ruhani maskaralıktır. İnsanları, emeğini, zamanını, umudunu daha fazla harcamaya, "huzura" ulaşma vaadiyle kandırmaya çalışan bir öğreti, aslında tam tersine insanları gerçek arzularından, hak ettikleri yaşamdan ve adaletli bir toplumdan uzaklaştırır.

İçsel bir yolculuk yapmayı vaaz eden bu öğretiler, yaşamın acılarını dışlamak ve hayattan kaçmak üzerine kuruludur. Fakat, gerçek huzur, arzuları bastırmakla değil, onları doğru yönlendirmek ve dengelemektir. Arzuları ortadan kaldırmaya çalışmak, aslında insanın kendisini yok etmeye çalışması gibidir. Arzular, insanın canlı kalma isteğidir, onların yok sayılması, aslında insanın kendine yabancılaşmasına yol açar.

Toplumun, kolektif ihtiyaçların ve taleplerin sesini kısan bu öğretiler, sadece daha derin bir sömürüye, baskıya ve köleliğe zemin hazırlar. Gerçek huzur, insanın içindeki boşluğu birer mistik vaatle doldurmaya çalışmak yerine, bu boşluğu anlamak, ona saygı göstermek ve gerçek insanî değerlerle tamamlamaktan geçer. Bu, sadece kişisel bir yolculuk değildir; aynı zamanda tüm toplumların, bireylerinin ve kolektif bilinçlerinin bir arada ilerlemesidir.

Bu yüzden, her zaman şunu sormalı: Tasavvuf ile gerçekten huzura mı kavuştuk, yoksa sadece bir başka türde, daha derin bir tuzağa mı düştük?



Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an ışığında ebelik !

Koşun Kavga Var !

Kadir Gecesi Bulundu !

"Kitapsız"lık Yapma !

Ben, Biz, O. Allah Kur'anda neden farklı zamirler kullanır ?

Allah'ın Kahramanı Sensin e-kitap olarak çıktı !.

Kuyruğu Kopartan Tilki Masalı

Musa, Ekmek ve Özgürlük - ÇIKTI

Hoş geldin On bir ayın sultanı Gastronomi

Sünnilik bir Din midir ?