İslam Kadıköy’e mi İndi, Yoksa Hicaz’a mı?

    Bazı sorular vardır ki, cevabı bilindiği için değil, karşındakinin sinir damarlarını yoklamak için sorulur. İşte bu yüzden, bir ateistin dilinden dökülen “Senin dinine göre bir adam kendi geliniyle evlenebilir mi?” sorusu, cevaptan ziyade kötü bir ima taşır. Cümledeki “senin” zamiriyle “din”in arasında sinsi bir alay gizlidir; sanki sorunun asıl muhatabı akıl değil, sabırdır.

    Dedim ki: “Canım abim, niye İslam'ı sanki bugün Moda sahiline yeni inmiş bir yasa gibi okuyorsun? Bu din yirmi birinci yüzyılın kafe entelijansiyası için inmedi. Burası İzmir Alsancak da değil, yedinci yüzyıl Arap Yarımadası. Ne anayasa mahkemesi var ne feminist dernekler. Kadının boşanma hakkı mı dedin? Güldürme beni; kadın, kocasının devenin arkasına bağladığı çok afedersin ama bir çuvaldan ibaretti. Din, o topluma indi. O devirde evlilik, aşkın değil soyun, şehvetin değil gücün meselesiydi.”

    Bir düşün şimdi: Adı Zeyd olan bir çocuk. Anası babası belli değil. Savaşta esir düşmüş, köle olarak satılmış. Mal gibi. Et gibi. Eşya gibi. Hatta onlardan bile aşağı çünkü deveye hurma yüklenir ama köleye sopa. Zeyd, Hatice'nin mülkiyetine geçiyor; sonra Muhammed'in evine düşüyor. Ve burada bir şey oluyor. Bu zamanlar için bir insanlık kırıntısı o zaman için vicdan ve merhamet rüzgarına dönüşüyor. İki gözüm Muhammed onu azat ediyor. Dile kolay: Arap toplumunda köle azat etmek, kabile namusuna dil uzatmak gibi bir şeydi. Azat etsen de kurtulamıyorsun: “Mevali” diyorlar sana. Azadlı köle. Yani eski köle. Yani hep köle. Şimdi biraz daha geriye gidelim..

    Yedinci yüzyıl Arap Yarımadası’na hoş geldiniz: Çölün, kanun değil kanla yönetildiği zamanlar. Aşiret denilen o erkek kardeşliğinin demir örgüsünde, bir adamın itibarı, iki şeyle ölçülürdü: Kılıcı ve soyundan gelen oğullarıyla. Erkek evlat, yalnızca bir sevinç değil, bir savaş güvencesiydi. Ne kadar oğlun varsa, o kadar mızrağın vardı. Ne kadar mızrağın varsa, o kadar toprağın, kadının, deven, ticaret kervanın.

    Peki ya oğlun yoksa?

    İşte o zaman bir başkasının oğlunu “evlatlık” alırsın. Ama merak etme, bu öyle sevgiyle, şefkatle yapılan bir şey değil. Bildiğin devşirmelik. Evlatlıklar, soyun değilse de sopan olurdu. Savaşta önden gönderilir, hesapta “bizim çocuk” sayılırdı ama kan bağın yoksa, asla tam kabul edilmezdin. Statün, babanın soyuyla ölçülürdü. Kan seninse, şeref de sendeydi. Eğer değilsen… Geçmiş olsun.

    Bu toplumsal bağlamda, kölelik müessesesi de aynı mantığın bir uzantısıydı. Bir savaşta ele geçirilen çocuk, ister kız ister erkek olsun, ganimettir. Kızsa cariye, erkekse köle. Araplar için köle, insan değil, üretim gücüydü. Hür doğmayan birine "evlat" demek bile züldü. Kanın yoksa, sen de yoksun. Köle azat edilse bile, sosyal olarak hala “mevali”ydi; yani “efendisinden artakalan” kişi.

    İşte bu acımasız toplumsal çerçevede, Zeyd adlı bir çocuk belirir tarihin satır aralarında. Anası babası bilinmeyen, savaşta esir düşmüş, sonra köle olarak satılmış bir çocuk. Hatice'nin malı olarak eve girer, sonra Muhammed’in dünyasına düşer. Muhammed onu azat eder ki bu, sadece hukuki değil, aynı zamanda sosyal bir devrimdir. Ama yetmez. Onu, evlatlık olarak ilan eder. Adı artık “Zeyd bin Muhammed” olur. Sırf bu yüzden, Mekke aristokrasisinin sinirden beyin kemikleri çatırdamaya başlar.

    “Olmaz!” derler. “Köle çocuğu, nasıl bir kabileye mensup olabilir? Bir azadlıya nasıl soy verilir?” Çünkü bu sistemde soy, sadece biyolojik değil, politik bir meseledir. Her soy, bir aşiret gücüdür. Ve bir köleye soy vermek, statükoya karşı devrim demektir.

İşte Kur’an burada devreye giriyor. Ahzab Suresi 4. ve 5. ayetlerde der ki:

“Allah, bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır... Evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi sayamazsınız. Bu sizin ağzınızla söylediğiniz bir sözdür.”

Yani?
Yani soy, sadece sözle kurulamaz. Evlatlık, bir sevgi bağı olabilir ama kan bağı değildir. Onlara kendi babalarının adıyla hitap edin. Aile bağı uydurmayın, toplumun soy-sop takıntısını Kur’an böylece kesip atar.

    Bu, bugün kulağa sanki “nüfus memurluğu düzenlemesi” gibi gelir ama o dönemde sosyal dinamiti fitillemek gibidir. Çünkü Araplar için aile bağı, sadece hukuk değil, aynı zamanda savaş stratejisidir. Muhammed, “Zeyd benim oğlumdur” diyerek statükoyu yıktı, sonra Kur’an bunu dönüştürerek, evlatlık kurumunu yeniden tanımladı: Evlatlık sevgiyle olur, soy kanla değil.

    Ve işin ironisi şudur: Muhammed, o çok eleştirilen “geliniyle evlenme” eylemini tam da bu bağlamda yapar. Çünkü Zeyneb, onun “oğlu” değil, “evlatlığı” Zeyd’in eşidir. Ve Kur’an bu noktada konuyu netleştirir: Evlatlık, soy olarak öz değildir. Dolayısıyla onun eski eşiyle evlenmek, bugünün gelenekleriyle çatışsa da o günün şartlarında dinen bir sakınca değildir.

    Ama bizim günümüzün sosyal medya çakma kahraman yorumcusu, olayın Arap sosyal düzenine karşı bir başkaldırı olduğunu değil, ahlaki bir “skandal” olduğunu düşünür. Çünkü o, Kur’an’ı bugünkü apartman katında, filtre kahvesini yudumlarken, medeni hukuk dersinden çıkan öğrenci gibi okur. Tarihin ruhunu unutur. Kur’an’ın indiği zamanı, coğrafyayı, toplumu realiteden siler; sadece ayeti kuş gibi ortada bırakır. Sonra başlar ayeti sapanla taşlar gibi taşlamaya, ayeti alır, üzerine tivitır ya da yutup ahlakı döker, onunla alay eder, layk toplar.

    Neyse konuyu uzatmayayım ama Muhammed, bu çocuğa Arap geleneğindeki gibi davranmıyor. Onu evlat gibi bağrına basıyor. Anne babasını bulduğunda bile, “İstersen git, istersen kal” diyor. Zeyd kalıyor. O günün toplumunda, kalmak, özgürlüğü bırakıp sadakati seçmek, ancak sevgiden olur. Ve tam da bu yüzden, Muhammed bir adım daha atıyor: Toplumun sınıfsal zincirlerini kırmak için Zeyd’i evlendirmek istiyor. Lakin o toplumda köle, azatlısıyla bile evlenemezken, hür bir kabile kadını olan Zeynep’le evlenmesi mümkün mü?

    Ama işte bu tam da devrimin başladığı yer.

    Muhammed, Zeyd’i Zeynep’le evlendiriyor. Yer gök yerinden oynuyor. “Köleyle kız mı evlenirmiş?” dedikoduları alıp başını gidiyor. Zeynep, belki de bu toplumsal kabullerle yoğrulmuş biri olarak, bu evliliği hiçbir zaman gönülden benimsemiyor. Söyleniyor, küçümsüyor, belki içten içe Zeyd’in eski hayatına bakıp hor görüyor. Ve evlilik çatırdıyor. Zeyd boşanmak istiyor. Muhammed, sabret diyor. Ahlaklı ol, kabullen, toplumu dönüştür. Ama toplum ne dönüyor ne dönüşüyor. Zeynep mutsuz, Zeyd yorgun.

    Ve boşanıyorlar.

    Bu da yetmiyor. Şimdi yeni bir infial: “Hür bir kadını eski köle boşadı” diye kabileler köpürüyor. Arap aşiretlerinde bu, sosyal intihar gibi. Kadının namusu, köleyle anılır mıymış? Hele ki boşanmış bir kadın… Boşanmış, köleye varmış, sonra terk edilmiş! Felaket!

    Muhammed bir adım daha atıyor. Zeynep'le evleniyor.

    Burada dur. Nefes al. Çünkü modern akıl burada kriz geçirir. “Nasıl yani?” diyor. “Evlatlığının eski karısıyla mı evlenmiş? Bu dine nasıl inanayım?” diyor. Cevap net: Sen dine değil, kendi çağının kibrine tapıyorsun. Dini, bugünkü apartman hukuku gibi okumaya çalışıyorsun. Kur’an sanki geçen hafta Cihangir’de basılmış da kamuoyuna duyurulmuş gibi konuşuyorsun.

    Halbuki o evlilik, bizim bugünkü düğün dernek, dış çekimler sonrası balayı konseptiyle yapılan bir birliktelik değil. O, sosyal bir devrim. Muhammed, bu evlilikle iki şeyin köküne kibrit suyu döküyor: Evlatlık, öz evlat değildir; dolayısıyla onun eski eşiyle evlenmek bir tabu değildir. Ve bir azadlı kölenin boşadığı kadın, toplumda onurlu bir yere sahip olabilir. Bunu sadece sözle değil, bizzat yaşayarak gösteriyor.

    Fakat günümüzün "eleştirel ateisti", bu inceliği görmez. Çünkü onun derdi anlamak değil, küçümsemektir. Tarihi bağlamı siler, metni yalnız bırakır, sonra da o yalnız metni yargılar. Ne Arap toplumunun sosyal kodlarını bilir, ne İslam'ın onlara nasıl meydan okuduğunu. Düşün ki Muhammed, müşrik bir toplumun ortasında, kölelik düzeninin göbeğinde, evlatlık ve sınıf kavramlarını yerle bir ediyor. Bu, Tanrı’nın düzenine değil, toplumun geleneklerine başkaldırı. Ama sen hala “geliniyle evlenmiş” diyorsun.

    Ey kadim aklıyla modernliğe çalım atan dostum, eğer gerçekten anlamak istiyorsan, önce zamanın ruhunu kokla. Kur’an bir tarih kitabı değil ama tarihin içinde konuşan bir metin. Onu bugünkü apartman hukukuyla, medeni kanunla, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın yönetmeliğiyle yargılayamazsın. Çünkü o zaman anlamsızlaşır. Bu da seni "gerçeklik" değil, sadece küçümseyici karikatürlerin kucağına atar.

    Ve Tanrı, bu cehaletin karşısında susar. Çünkü bazı insanlar için inkar, bir düşünce değil, canının istediğine göre yaşamak isteyen bir kibir biçimidir.



Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an ışığında ebelik !

Koşun Kavga Var !

Kadir Gecesi Bulundu !

"Kitapsız"lık Yapma !

Ben, Biz, O. Allah Kur'anda neden farklı zamirler kullanır ?

Allah'ın Kahramanı Sensin e-kitap olarak çıktı !.

Kuyruğu Kopartan Tilki Masalı

Musa, Ekmek ve Özgürlük - ÇIKTI

Hoş geldin On bir ayın sultanı Gastronomi

Sünnilik bir Din midir ?