Vahyin Bağlamı: Tarih İçinde Hakikat, Hakikat İçinde Tarih
Bir yanda; “Kur’an yeterlidir, anlamak ya da hüküm çıkarmak için hadislere gerek yoktur” diyenler, diğer yanda ise “Kur’an hadissiz anlaşılamaz, hüküm hadis yoluyla desteklenerek ya da Kur'an'da olmasa da hadis kaynaklı rivayetler hüküm çıkarmak için yeterlidir” görüşünü savunanlar. Ancak bu ikinci grubun akıl ve mantık yürütmeye dair hüküm çıkarmaya pek yanaşmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu bakış açısı, hadisin —ya da daha genel bir ifadeyle rivayetin— akla ve mantığa aykırı olsa dahi Kur’an kadar kesin ve bağlayıcı bir ölçüt olarak kabul edilmesini önceler.
Kur’an’ın nüzul sürecini bir bütünlük içinde değerlendirmeden “dinin amacı nedir?” sorusuna sahih bir yanıt vermek mümkün değildir. Çünkü her ayet, belirli bir bağlamda nazil olmuş; kimi zaman toplumsal bir olaya cevap vermiş, kimi zaman insanın varoluşsal arayışına rehberlik etmiştir. Bu durumdan dolayı evrensel bir ayete bakarak "Kur'an yeter" demek ne kadar hatalıysa yalnızca bir hadise bakarak ya da sebebi nüzulü bilinmeyen bir ayeti hadisler ile destekleyerek "Kur'an yetmez" demek; tartışmanın bir tarafını kesin bir biçimde haklı olduğu yanılgısına götürmemelidir. Çünkü bazı durumlarda ayetlerin hangi durum ve şartlara göre indiği bilinmese de ayetin bağlamı durumun netleşmesinde yeterli aydınlığı sağlayabilmektedir. Bazılarında ise ayetin hususi oluşu ile umumi oluşu arasında belirsizlikler söz konusudur.
Bir ayetin nüzul sebebi biliniyorsa, o ayetin anlam alanı daha net sınırlarla kavranabilir. Örneğin; Abese Suresi’nin ilk ayetleri (“Yüzünü ekşitti ve arkasını döndü. Kendisine o âmâ geldi diye…”) bu duruma çarpıcı bir örnektir. Bu ayetlerin, Hz. Peygamber’in Mekke’nin siyasi ve askeri önde gelenleriyle konuştuğu sırada âmâ sahabi Abdullah b. Ümmü Mektûm’un kendisine yönelmesi üzerine nazil olduğu rivayet edilir. Ancak bu bağlam, tarih boyunca iki farklı yorum çizgisini de beraberinde getirmiştir. Bir görüşe göre yüzüne ekşiten Peygamberdir, diğer görüşe göre ise bu kişi Velid bin Muğire'dir.
Hal böyle olunca bir grup, “Peygamber yüzünü ekşitmez, bu tavır ona ait olamaz” diyerek ayetteki hitabı dolaylı bir anlatım olarak görür; olayı bir başkasına nispet ederek metni Hz. Peygamber’in masumiyetine halel getirmeyecek biçimde yorumlar. Diğer grup ise, bu olayın doğrudan Hz. Peygamber’e yönelik bir uyarı olduğunu, vahyin peygamberi de insani sınırlılıklar içinde terbiye eden bir yön taşıdığını savunur. Onlara göre mesele kişisel bir kusur değil, tebliğin yöntemine dair evrensel bir ilkedir: Din, makam, nüfuz veya toplumsal statü gözetilerek değil, yalnızca hakikati esas alarak yayılmalıdır. Muhatap bu durumda Velid bin. Muğire de olsa Ümmü Mektûm da olsa hitaba muhataplık önceliği açısından Allah nazarında ikisi de eşittir.
Bu iki yaklaşım arasındaki fark, yalnızca bir şahıs meselesi değildir; vahyin mahiyetine, peygamberliğin insani yönüne ve ilahi hitabın ahlaki öğretisine dair farklı bir bakış açısını yansıtır. Burada tarihsel bağlamı bilmek, ayetin yüzeydeki anlamını aşarak onun evrensel mesajını kavramayı mümkün kılar: Allah’ın dini, ne çıkar beklentisiyle ne de toplumsal güç dengeleriyle yönlendirilmemelidir.
Buna karşılık, Fatiha Suresi gibi bazı bölümler veya Bakara Suresi 2. ayet (“Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır...”) gibi ayetlerin nüzul sebepleri belirli bir olaya dayandırılmaz. Bu tür ayetler, insanın tarih üstü varoluşsal durumuna hitap eden, zamandan bağımsız ilkeler taşır. Böyle ayetlerde nüzul sebebi aramak, metnin evrenselliğini daraltma riskini taşır. Ayet elbette bir sebep için inmiş de olabilir. Ancak bu durum ayetin hususiyetini, umuma açmaktan alıkoymaz.Ne var ki modern tartışmalar, çoğu zaman bu çok katmanlı yapıyı göz ardı etmektedir. Her iki uç görüş de dini metinleri anlamanın zorluğuna katlanmak yerine, kendi yorum alanını mutlaklaştırma eğilimindedir. Bu durum, düşünsel tembellik kadar, varlıklarını birbirlerinin reddiyeleri üzerinden kuran bir zihniyetin ürünüdür. Oysa sahici bir din anlayışı, ne salt tarihsel determinizme indirgenmeli ne de bağlamdan tamamen soyutlanmalıdır.
Kur’an’ı anlamak, sadece bir metni çözümlemek değil; aynı zamanda onun indiği toplumun diline, düşünce yapısına, sosyo-politik koşullarına ve insanın evrensel hakikat arayışına nüfuz etmektir. Aksi halde din, insanı dönüştüren bir bilinç kaynağı olmaktan çıkıp, her grubun kendi kabulleriyle kutsadığı bir tartışma zemini haline gelir. Bize göre; Kur'an yeter demek de doğrudur Kur'an yetmez demek de doğrudur. Zira Kur'an'ın yukarıda örnekleri verilen bağlamda da ele alındığı gibi yettiği durumlar da söz konusudur yetmediği de..
Bunu anlamak ve kabullenmek çok mu zor..
Keşke taraflar kavga etmeden döğüşlerdi !