Cadılar Bayramı ve Ruhsal Boşluğun Derin Yalnızlığı
Son yıllarda Türkiye’nin farklı şehirlerinde, özellikle büyük kentlerin gece hayatında ve gençlik çevrelerinde Cadılar Bayramı kutlamalarının giderek görünür hâle geldiği dikkat çekiyor. Bir zamanlar sadece Amerikan filmlerinde rastlanan maskeli partiler, balkona asılan balkabağı süsleri ya da çocukların şeker toplama oyunları artık yerel sokaklarda da boy göstermeye başladı. Bu sahne, yüzeyde yalnızca “Batı kültürünün bir yansıması” gibi görünse de, aslında çok daha derin bir dönüşümün işaretidir: insanın kutsal ile arasındaki mesafenin açılması ve modern çağın anlam krizinin gündelik yaşama sızması.
İnsanlık tarihinin erken evrelerinde ritüeller, doğa ile insan arasındaki kırılgan dengeyi onarmanın sembolik yollarıydı. Toprak, hasat, ölüm ve yeniden doğuş gibi kavramlar yalnızca maddi olgular değil, aynı zamanda insanın varoluşsal korkularına verilen cevapların biçimiydi. Keltlerin Samhain şenliği de bu anlayışın bir ürünüydü: yılın karanlık dönemine geçişte, ölüler diyarının kapılarının aralandığına inanılır, ateşler yakılır, maskelerle ruhlar yatıştırılırdı. Bu törenler, arkaik insanın doğa karşısındaki çaresizliğini anlamlandırma çabasıydı; yani ritüel, hem korkunun hem de inancın dilinde yazılmış bir metindi.
Zaman ilerledikçe, dinler ve kültürler birbirine karıştı. Samhain, Hristiyanlığın “All Hallows’ Eve”iyle bütünleşerek sembolik biçimini korudu ama anlamını yitirdi. Ritüel, inancın değil alışkanlığın alanına geçti. 20. yüzyılın tüketim toplumuna gelindiğinde ise Cadılar Bayramı artık ruhlarla değil, reklamlarla; bereketle değil, marka logolarıyla ilişkilendirilen bir etkinliğe dönüştü. İnsan, anlamı değil imgeyi kutlamaya başladı. Korkunun yerini eğlence aldı, ölümü anmak yerini şeker toplamaya bıraktı.
Bugün Cadılar Bayramı, insanın eski ritüellerini tekrarlama arzusu değil, modern dünyanın yorgun ruhunun bir dışavurumudur. İnsan artık doğadan değil, kendinden kopmuştur; maskeler artık ruhlardan saklanmak için değil, kimliğini geçici olarak yeniden kurmak içindir. Bu yüzden modern birey, eğlenirken bile eksik hisseder çünkü o, ritüelin içini boşaltmış, ama hâlâ onun biçiminde teselli aramaktadır.
Ve belki de bu tablo, çağımızın en çarpıcı gerçeğine işaret eder: Modern insanın ruhsal boşluğu giderek derinleşmektedir. Teknoloji, refah ve görünür özgürlük arttıkça, insanın içsel yalnızlığı büyümekte; toplumsal gariplikler, tuhaf eğilimler, anlam arayışları bu boşluğun yüzeye çıkan kabarcıkları hâline gelmektedir. Oysa İslam, insanın bu içsel açlığını doyurabilecek bütüncül bir anlam sistemi sunar; hem kalbe hem akla hitap eden bir denge önerir. Ne var ki, bu çağda Müslümanlar bu mirasın hakkını verememekte, dağınık, yönsüz ve yüzeysel bir görüntü arz etmektedir. Böylece modern insan, önünde duran suyu göremeden susuz kalmakta; ruhunun boşluğunu dolduracak ilacı elinin tersiyle itmektedir.
.jpg)