Şapkadan Deve Çıkarmak

    Kur’an’da mucize olgusu, klasik tefsir geleneğinde kazandığı anlamın aksine, başlangıçta doğaüstü bir gösteriden ziyade Rahman ve Rahim olan Allah'ın kudretine dair yaratılışın düzenine işaret eden bir “âyet”, yani işaret niteliğindedir. Ancak İslam düşünce tarihinde bu kavram, tefsir ve rivayet literatürünün etkisiyle giderek doğa yasalarının askıya alındığı olağanüstü olaylar biçiminde anlaşılmaya başlanmıştır. 

    Bu anlam kayması, vahyin mesajını metafizik bir zemine taşıyarak onu gündelik hayatın içinden koparmış, böylece ilahî kudretin doğadaki sürekliliği yerine, istisnai bir müdahale biçimi olarak algılanmasına neden olmuştur. Oysa Kur’an’da peygamberlerin görevi, doğayı altüst eden mucizeler sergilemek değil, insanın göz ardı ettiği sıradan olguların içindeki ilahî hikmeti görünür kılmaktır. Adaleti tesis etmek, barışı korumak, kötülükten kaçınmak. Bu değerlerin el üstünde tutulması için herhangi bir mucizenin gerekmediği ortadadır. Ancak geleneksel algı, tüm bunları görmezden gelerek; Kur'an'da geçen kıssa içeriklerini asli bir iman ya da ya inançsızlık düzleminde meseleyi ele almak ister. Bunun için de örneğin İsrâ Suresi’nde geçen olayları, mucizenin bir delili olarak değerlendirmek ister. 

“Bizi mucizeleri göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onları yalanlamış olmalarından başka bir şey değildir."  

Ayet genelde geleneksel olarak şöyle tefsir edilir: "Önceden Allah gerektiğinde mucize gösteriyordu ancak bu durum onların yalanlamalarından başka bir işe yaramayınca artık göstermiyor !"

Peki Kur'an'da yer alan ayetlere bakıldığında durum gerçekten böyle mi ?

    Ayette mucize kelimesi geçmez: ayet kelimesi geçer ancak buradaki ayet Salih peygambere iman etme konusunda ayak direyenlerin ele aldığı bağlamda mucize bağlamında kullanılmıştır. Ayet şöyle devam eder: "Semûd kavmine gözle görülecek bir mucize olarak o dişi deveyi verdik; ama onlar ona zulmettiler.” Bu ayet, mucizenin bir gösteri değil, uyarı ve hatırlatma işlevi gördüğünü bildirir. Ne var ki tefsir geleneği bu ifadeyi tarihsel ve mitolojik unsurlarla zenginleştirerek “kayadan çıkan deve mucizesi” biçiminde somutlaştırmıştır. Kur’an metninde bu tür bir doğaüstü doğuşa dair hiçbir ifade bulunmamasına rağmen, sonraki rivayetler mucize beklentisini fiziksel bir olaya dönüştürmüş, böylece “âyet” kavramının içerdiği sembolik anlamın yerini “bir mucize gösterisi” almıştır.

    Salih peygamber kıssası bu bağlamda dikkate değer bir örnek sunar. Semûd kavminin, peygamberlerinden “kayadan deve çıkarmadıkça iman etmeyeceğiz” şeklinde bir mucize talebinde bulunduğu doğrudur ancak devenin istek üzerine kayadan çıktığı inancı rivayetlerde yer alan bir ifadedir. Kur’an, onlara kayadan çıkan bir deve değil, “Allah’ın devesi” olarak adlandırılan sıradan bir canlıyı gösterir: “Bu sizin için bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir; onu kendi haline bırakın, Allah’ın arzında yesin, içsin.” (A‘râf 73). Burada mucize, doğaüstü bir olay değil, doğanın kendisidir. Arap toplumunun ekonomik ve kültürel hayatında deve, çöl koşullarında yaşamın sürdürülebilirliği açısından vazgeçilmez bir unsurdur. Sütüyle besin, etiyle gıda, gücüyle ulaşım kaynağı olan bu hayvan, hayatın devamlılığının sembolüdür. Dolayısıyla mucize olarak işaret edilen şey, “taştan çıkan” bir hayal değil, insanın gözünün önünde duran, ancak sıradanlaştığı için artık fark edilmeyen bir varlıktır. Bu durumda İsrâ 59’daki “Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey...” ifadesi, insanın olağan olanı mucize olarak görememesine, yani doğanın içinde gizli olan ilahi düzeni algılayamamasına işaret eder. Mucize, doğaüstü bir kırılma değil, insan idrakinin körlüğü ya da nankörlüğüdür.

    İslâm öncesi Mekke ve Medine çevresinde yaşayan Araplar arasında, bazı dişi develer doğurganlıkları veya yavrularının sayısına göre “kurbanlık” veya “dokunulmaz” kabul edilirdi. Özellikle bir batında birden fazla yavru doğuran, ya da art arda birkaç kez yavrulayan dişi deveye “bahîra”, “sâibe”, “vâsile” gibi adlar verilirdi. Bu hayvanlar belirli bir doğum eşiğini geçtikten sonra artık “Allah’a veya putlara adanmış” sayılır, kulakları yarılarak işaretlenir, salıverilir ve onlara binmek, sütünden içmek veya işte çalıştırmak yasaklanırdı. Böylece bu develer yarı-kutsal bir statü kazanır, kabile içinde koruma altına alınırdı.

Kur’an, bu inancı açıkça eleştirerek şöyle der:

“Allah bahîra, sâibe, vâsile ve hâm diye bir şey kılmamıştır; fakat inkâr edenler Allah’a yalan isnat ederler.” (Mâide 5/103)

    Bu kültürel arka plan, Sâlih kıssasında geçen “dişi deve” motifinin Arap dinî hafızasında zaten mevcut bir kutsiyet çağrışımı taşıdığını gösterir. Dolayısıyla kıssadaki mucize, taştan çıkan doğaüstü bir deveye değil, halkın kutsallık atfettiği bu tür dişi develerin yaratılışındaki ilahî hikmete dikkat çekmek içindir. Kendileri dişi develere kutsallık atfetmekle birlikte, bu atfettikleri kutsallık, iman ve inanç süreçlerinde onları anlamlı bir şekilde yönlendirmemektedir. Bu çerçevede mesele, yalnızca bir mucizeye tanık olma arzusundan ibaret olmayıp, peygamberin mesajının itibarını gölgeleme çabasının zihinsel düzeyde sürdüğü şeklinde değerlendirilmelidir. Ayette onların dikkat etmesi gerektiği ile ilgili vurgu yapılan asıl mucize ise, doğanın olağan düzeni içerisinde her gün gözlemlenen, ancak fark edilmeyen bu yaratılışın kendisinde tezahür etmektedir.

    Aynı düşünsel tema İsa peygamber kıssasında da görülür. Kur’an’da yer alan kıssalara göre İsa, ölüleri diriltmekte, körleri ve alacalıları iyileştirmekte, çamurdan kuş yaparak onlara ruh üflemekte, yani birçok olağanüstü fiilde bulunmaktadır (Âl-i İmrân 49). Mucize talebinde bulananlara İsa daha ne yapsın! 

    Buna rağmen; havariler ondan “Rabbin onlara gökten bir sofra indirip indirmeyeceği” (Mâide 112) üzerine yeni bir mucize talep ederler. Bu talep her ne kadar imanı güçlendirici bir talep olarak görünse de hem onlar için hem inkarcılar için görülmesi gereken çelişki, mucizenin kendisinde değil, onu algılayan zihinlerdeki seçiciliktedir. İnsan, inanmak istemediğinde en açık delili dahi görmezden gelir. Bu, Kur’an’ın birçok yerde vurguladığı epistemolojik bir sorundur: hakikat, algı körlüğüyle inkâr edilir. Mucize, inancı doğuran değil, inancın yokluğunda anlamını kaybeden bir olgudur.

    Kur’an’ın bütünlüğü içinde mucize, doğanın askıya alındığı bir istisna değil, doğanın kendisinde süre giden ilahî yasaların fark edilmesidir. Semûd’un devesi, Musa’nın asası ya da İsa’nın nefesi, olağan olanın içindeki ilahi kudreti görünür kılmak için verilmiş sembolik örneklerdir. Kur’an’da mucize, doğaüstü bir ispat değil, varoluşun anlamına dair bir uyarıdır. Bu bakımdan “Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey...” ifadesi, ilahi iradenin mucizeyi değil, insanın körlüğünü yerdiğini bir bildirimdir. Bununla birlikte asıl mucize, hayatın olağan akışında gizlidir; mucize bekleyen göz, onu görmekten aciz kaldığında, hiçbir doğaüstü olay inancı inşa edemez. Hatta kendi kutsal kabul ettikleri dişi deveyi bile gerçek bir mucize olarak görmeyip Allah'ın peygamberinden utanmadan sıkılmadan şapkadan tavşan çıkarmasını isterler !



Bu blogdaki popüler yayınlar

Sıfırlar, Birler ve Aşınan Gerçekliğin Dijital Evrimi

Vahyin Bağlamı: Tarih İçinde Hakikat, Hakikat İçinde Tarih

Kur’an’ı Yüceltirken Onu Yabancılaştırmak

Cadılar Bayramı ve Ruhsal Boşluğun Derin Yalnızlığı

Tefsîru’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân Yaklaşımının Epistemolojik Handikapları

İslam Kadıköy’e mi İndi, Yoksa Hicaz’a mı?

Dijital Tartışmaların Sığlığında Din ve Akıl Arasında Kaybolan Hakikat

Çamurdan Kuş, Üflenen Ruh ve Kur'an Sayfalarına Sarılan Tost

Sünnilik bir Din midir ?